Powered By Blogger

31 Ocak 2011 Pazartesi

Tokyo!

 

Tokyo!
Tokyo!

Bong Joon-Ho (Shaking Tokyo), Leos Carax (Merde), Michel Gondry (Interior Design)
Fransa, Japonya, Almanya, Güney Kore
2008
Filmin amacı Tokyo’yu insani olmayan dev bir şehir gibi göstermek değil, çalışan yetişkinler dünyasında kaybolmayı reddeden genç bir kadının kişiliğini anlatabilmek



HEAT

Heat
 Michael Mann'in klasiği Heat ile tekrar kaldığımız yerden devam ediyoruz. Aslında En İyiler bölümü için sırada bekleyen ve büyük ihtimalle de bu filmden daha ünlü bir çok film (bir kısmı sizlerin önerilerinden oluşan) var. Heat'i bu ünlü filmleri "En İyiler"e ekledikten sonra ileri bir tarihte bu bölüme eklemeyi planlamıştık fakat dört beş sene önce sinemada seyrettiğim filmin geçenlerde DVD'sini alıp seyrettikten sonra dayanamadım ve hemen bu sayfanın hazırlanmasına giriştim. Filme ilgili kendi yorumlarımıza girmeden önce filmin konusundan söz edelim biraz:

Rebecca

Veni
Rebecca
Dün gece rüyamda, yeniden Manderley'e gittiğimi gördüm. Yola çıkan demir kapının önünde bekliyor ama bir türlü içeri giremiyordum, dev parmaklıklar yol vermiyorlardı. Sonra birden, tüm diğer rüya gören insanlar gibi, olağanüstü bir güç tüm benliğimi sardı ve bir hayalet gibi önümdeki bu engeli aşıverdim...
Yol her zaman olduğu gibi bir sağa bir sola dönüyor, zigzaglar çizip ilerliyordu. Ama ilerledikçe birşeylerin eskisi gibi olmadığını farkettim. Doğa kendini yeniden bulmuş, sımsıkı sarılmış parmaklar gibi, bildik sınırların ötesine doğru uzanmıştı.
Ve sonra, evet evet en sonunda, Manderley-Manderley- saklı ve sessiz. Zaman bu duvarların kusursuz uyumunu bozamamış. Ayışığı eğlence olsun diye garip oyunlar oynayabiliyor hala, ve sanki ışık pencerelerden geliyor. Ve sonra aniden bir bulut ayın önünü kapıyor, bir an için, bir yüzün önündeki karanlık bir elmiş hissi veriyor insana. Büyü ışıkla beraber gidiyor. Issız duvarlara bakıyorum, geçmişten hiçbir şey fısıldamıyorlar bana.
Manderley'e bir daha asla geri dönemeyiz. En azından bu kadarından eminim. Ama yine de bazı geceler rüyalarımda, geçmişimin o garip günlerine ve tüm hikayenin başladığı Güney Fransa'ya geri dönüyorum. (Dışsesten Rebecca'nın giriş konuşması)
Gerilim ve Kuşkunun Komik, Şişman Kralı
Sizce Alfred Hitchcock (1899-1980) uzun soluklu kariyeri boyunca kaç Oscar ödülüne layık görülmüştür? 5? 4? 3? Sorunun doğru cevabını sabırlı okuyucu elbette alacak.
Türk sinemaseverinin zihninde iki Hitchcock resmi vardır:


Rebecca


High Fidelity

High Fidelity
"Yanlış davranma korkusu, işinden nefret etme, aşık olma ve diğer güncel konular üzerine bir komedi"
"Hangisi önce geldi; müzik mi, sefalet mi?
Çocukların şiddet dolu filmler izlemesinden endişe duyuluyor.
Şiddet kültürünün etkisinde kalacakları düşünülüyor.
Kimse çocukların kalp yarası, dışlanma, acı, sıkıntı ve kayıplarla ilgili binlerce şarkı dinlemesinden endişe duymuyor.
Sıkıntılarım olduğu için mi pop müzik dinledim?
Yoksa pop müzik dinlediğim için mi sıkıntı bastı?"

Persona

"Gerçeklik bizimle dalga geçer ve hepimiz sonuna kadar onu oynamak zorundayız."

Persona
Gerçeğin peşinden koşan bir hümanist, sanatını anlaşılmamak değil, karşılıklı anlayışın gelişmesi için kullanan bir sinema adamı, çocuksu bir naiflikle kışkırtırcı eleştiriselliği içselleştirmiş ilerici bir sanatçı. Bahsettiğimiz kişi geçtiğimiz günlerde yatağında sessiz sedasız hayata veda eden ustaların ustası Ingmar Bergman'dan başkası değil. Sineması üzerine tezler yazılan, üslubu araştırmalara konu olan bir sinemacıyı bu kısacık satırlara sığdırmak imkansız, ama onu anlamak ve önünde saygıyla eğilmek için başyapıtı Persona'ya dair birkaç şey söyleyebiliriz.

Suskunluk ruhsal bir seçimse...

Otomatik Portakal (Clockwork Orange)

Otomatik Portakal
Otomatik Portakal bugüne kadar hakkında en çok konuşulan filmler listesinde ilk ona  girebileceklerden biri. Hatta IMDB'ye göre tarihin en tehlikeli 25  filminden bir tanesi. Anthony Burgess'in Otomatik Portakal adlı  romanından uyarlanan film, içerdiği birçok cesur sahne ya da şiddet  gösterileri şeklinde yorumlanan çekimleri ile o kadar çok tartışıldı  ki, bazen eleştiriler yönetmenin dehasının ya da filmin asıl söyleminin  önüne geçebildi. Eleştiriler kimi zaman haklı olsa da, film aslında o  dönemin marjinal ruhunu yansıtıyordu. 1999 yılında kaybettiğimiz,  Hollywood'un görüp görebileceği en büyük auteur'lerden biri olan  Stanley Kubrick tarafından çekilen film, ABD'nin; daha doğrusu tüm  dünyanın kabuk değiştirdiği bir döneme rast geliyordu. 1971 gibi  gençlik hareketlerinin ve radikal bakış açılarının yükseldiği tarihsel  bir kesitte, Kubrick de dönemin ruhunu yakalayarak oldukça cesur bir  üslup benimsedi: Kendinden hiç ödün vermeyerek sinema tarihinin en  şiddetli ve en yıkıcı film örneklerinden birini yönetti.
Böylesi  bir giriş fazla "hızlı" bulunabilir: Ancak filmi izlememiş ya da  hakkında henüz yorum okumamış izleyiciler için ufak bir dipnotla  başlamak, filmin sadece bir şiddet gösterisi olduğunu ya da şiddeti  estetize ettiğini belirten eleştilerin önyargısını engellemek amacını  taşıyor. Otomotik Portakal'ın başrol koltuğunda tek başına şiddet  değil, onun eleştirisi de oturuyor: Bu kimi zaman bir sokak çetesinin  nedensiz bir şekilde gerçekleştirdiği şiddet, kimi zaman da devlet  eliyle sistematik bir şekilde yerine getirilen şiddet olsun; Otomatik  Portakal merkezine hep şiddetin eleştirisini alıyor. Ancak film ben  eleştiri yapıyorum diye kartlarını açık oynamadığından birçok  eleştirmenin kafasını karıştırıyor. Unuttukları nokta eleştiriyi  Kubrick'in yapıyor oluşu: Alaysı, üstü örtük, kimi zaman sinik ama her  zaman izleyiciyi zorlayan, rahatsız ve hatta şok edici..

Post-Endüstriyel Bir Toplumdan Siyah Beyaz Enstanteneler (!)

Otomatik Portakal
Otomatik  Portakal İngiltere'de, ileriki bir tarihte, sanayi sonrası bir  uygarlığın distopik manzaralar sunan dünyasında geçiyor. Ancak distopik  dememize bakmayın, bu dünya isminin çağrıştırdığı gibi kara değil. Tam  aksine bembeyaz, herşey aseptik süreçlerden geçirilmiş ve hijyen  kazanmış. Bu kadar beyaz ve temiz bir dünyaya siyahını veren ise gece  karanlıkta ortaya çıkan ahlakı bozuk, hiçbir kurala ve inanca bağlı  olmayan sokak çeteleri. Tıpkı Doktor Jeykıll'ın Mr. Hyde'a dönüşmesi  gibi gündüz bir saat gibi işleyen sistemin içinden geceleri korkunç  sokak çeteleri çıkıyor. Masum insanlara hiç olmadık şekillerde ve  durduk yere, nedensizce uygulanan şiddet bu son derece gelişmiş  toplumun ve tıkır tıkır işleyen sistemin üstüne kara bulutlar gibi  çöküyor.
İşte  bu şiddet uygulayıcılarından biri de başını Alex'in (Malcolm McDowell)  çektiği sokak çetesi. Her gece gittikleri barda bıçaklı süt adını  verdikleri beyaz içkilerini içtikten sonra, 19. yüzyılın ilerici  burjuvalarının korkunç parodisini yansıtan beyaz kostümleri ile sokağa  çıkıp "o günün talihlisini" arıyorlar. Onların ayak seslerini duyanlar  birer birer evlerine kaçışıyor, sokak kapılarını kilitliyor,  kepenklerini sımsıkı örtüyor ve sıcak sarı odalarında televizyonlarını  izleyerek sokaktaki gerçeklikten kendilerini soyutladıklarını  düşünüyorlar. Halbuki yarınki talihli onlar olabilir, Alex'in  bastonunun kimin kafasına ineceği hiç belli olmaz. Bu kimi zaman  oldukça yaşlı bir sokak insanı oluyor, kimi zaman bir kadın ve hatta  bir çocuk. Nefes alan herhangi bir canlı Alex ve çetesinin şiddet  uygulaması için yeterli.
Otomatik Portakal
Gördüğümüz en marjinal  anti-kahramanlardan biri olan Alex'in kendisine örnek aldığı şahsiyet  ise modernitenin yine en marjinal isimlerinden biri olan Ludwig  Beethoven. Bu dahi müzisyenin kendi döneminde bir çılgın sayılması  dışında Alex ile arasında bir benzerlik kurmak çok zor. Ama filmlerinde  müziğe çok önem veren ve müziği anlatısının en önemli bileşenlerinden  biri haline getiren Kubrick'in Beethoven'ı kitaptakinin aksine bu denli  vurgulaması tesadüf olmasa gerek. Modernitenin ve proje olarak modern  değerlerin bir simgesi konumunda olan Beethoven, belki de Alex'in  çelişkilerle dolu kişiliğini tamamlayan en önemli ipucu. Alex  özgürlük,eşitlik ve kardeşlik söyleminin savunucusu Beethoven'ın  tersine döndürülmüş hali gibi. Hümanitenin, ahlaki değerlerin ve  kodların tam karşı kutbunda yer alan, daha doğru bir deyişle herhangi  bir kutupta yer almayıp oyununu kaygan zeminde sahneleyen Alex,  Beethoven'ı tutkuyla dinliyor. Onu dinlerken kendinden geçiyor, kapalı  gözlerinin ardında gördükleri ise kanlı dövüşmeler, ırza geçişler,  kıyımlar.. Hatta Alex Beethoven ile girdiği bu "gündüz düşleri"ni,  geceleri masumların kabusları olarak gerçekleştiriyor. Filmin en çok  tartışılan sekanslarından biri olan ünlü tecavüz sahnesinde Alex ve  çetesi Beethoven'ın Kardeşliğe Çağrı-Dokuzuncu Senfonisi eşliğinde bir  kadına tecavüz ediyorlar. Slow motion çekimlerle beraber müziğin  senkronizasyonu ve görüntünün içeriği, bu sahnenin çoğu kişi tarafından  şiddetin estetiği olarak yorumlanmasına yol açmıştı. Daha çok Antonin  Artaud'nun vahşet tiyarosundaki bir oyunu andıran bu sekans bütün  olarak Kubrick filmografisini ele aldığımızda anlam kazanıyor. Üstat  Kubrick, birbirinden zıt öğeleri aynı sahne içinde kullanarak  izleyiciyi olaydan yabancılaştırıyor, hem de eşine az rastlanır bir  ironi yaratıyor. Kubrick cinsellik ve şiddet gibi insanın varoluşundan  itibaren içinde taşıdığı içgüdüleri sorgulayarak, bu temalar üzerinden  gerçekleştirdiği ironinin tüm filmin ruhuna işlemesini sağlıyor .

Şiddet Devletin Ellerinde...

Otomatik Portakal
Sokaklara şiddet saçan, gecelerin korkulu rüyası bu çetede de işler her  zaman yolunda gitmiyor. Aslında filmin doruk noktası sayılacak yazarın  evine yapılan ziyaret (!) sahnesi çetenin içindeki çözülmelerin de  başlangıcı gibi. Kendisi ile ilgilenmek üzere atanan sosyal görevliyi  ve ailesini "uslu durduğu" yalanları ile kandıran ancak günlerini seks  ve şiddetle geçiren Alex bir gece arkadaşları ile şehir dışındaki bir  evin kapılarına dayanır. Bastıkları evde "Otomatik Portakal" isimli  kitabın yazarı Alexander (Patrick Magee) ve eşi (Adrienne Corri)  yaşamaktadır. Yazarı çok kötü bir şekilde döven çete kadına tecavüz  eder. Hatta Alex'in eline geçirdiği Beethoven heykelciği ile kadının  peşinden koşma sahnesi manidardır. O ana kadar böylesi hümanist bir  müziği dinleyen Alex için taşıdığımız o minnacık ümit parçası dağılıp  gider. Beethoven Alex'in elinde sadizme özgü fantastik bir şiddet aracı  haline gelir.
O  günden sonra çete içindeki rüştünü üspatladığını düşünen Alex, kendi  arkadaşlarına da emirler yağdırmaya ve onları aşağılamaya başlar. Ancak  çetenin diğer elemanları buna katlanamayacaklardır. Pete, Georgie ve  Aptalof üçlüsü Alex'in karşısına dikilir ve Alex önderliğinde  uyguladıkları şiddeti şimdi bizzat Alex'e yöneltirler. Eski çetesinden  sıkı bir dayak yiyen Alex'in talihi tersine dönmeye başlar. Daha önceki  kurbanları ile de karşılaşan Alex çocuğundan yaşlısına tartaklanır ve  dövülür. Bu durum eski şiddet kurbanlarının Alex'ten aldıkları intikam  gibi gözükse de, aslında Kubrick'in derdi başkadır. Sanayi sonrasının  gelişmiş toplumunda şiddet herkesin içine işlemiştir.
Otomatik Portakal
Olayların  tamamen Alex'in aleyhine değişmesi sonucu, o güne kadar yasadan hep  paçasını kurtaran Alex cezaevine düşer. Hapisten bir an önce çıkmayı  planlayan Alex iyi çocuk rolünü oynamaya başlar. Tanıştığı rahibi  kendisinin uslandığı konusunda ikna etmeye çalışan Alex'in aklında ise  hep şiddet hayalleri vardır. Elinde kutsal kitap İncil ile dine döndüğü  düşünülen Alex, o sırada İsa'nın nasıl da kanlı bir şekilde çarmıha  gerildiğini düşünürek kendinden geçiyordur. Hapis Alex gibiler için  kesinlikle bir ıslah yeri değildir. Hapisten çıkacakları gün yine  şiddet yüklenmiş bir şekilde sokaklara geri döneceklerdir. Sistemin bu  konudaki açmazını bilen devlet görevlileri de artık taktik  değiştirmiştir. Toplumun içinde bir ur gibi büyüyen bu şiddet yanlısı  suçluları hapishanelere sokup çıkarmak, herhangi bir sonuç getirmez.  Sorunu temelden çözmeye niyetli olan devlet, hapsetmek yoluyla değil,  suçluları "topluma kazandırmak" yoluyla ehlileştirmeye çalışacaktır.  Ancak devletin bu programı henüz plan aşamasındadır ve uygulamaya  konulması için bir deneğe ihtiyaç vardır.
Hapishaneden  ne olursa olsun çıkmayı kafasına koymuş Alex, yeni geliştirilen  iyileşme programına katılmaya aday olur. Program hakkında hiçbir  bilgisi olmayan Alex, programı geliştirenler için biçilmiş kaftandır.  Alex bu şiddetten tiksindirme operasyonunda savaş, toplu kıyım,  tecavüz, dövüş gibi her türlü şiddet öğesini içeren sahneleri  izleyeceğini düşünüp sevinirken, birbiri ardına gelen bu insanın başını  döndürücü sahneler (verilen ilaçların etkisiyle) onun gibi bir şiddet  tutkununu bile rahatsız edecektir. Alex'in bağlandığı mekanizmada  gözünü bile kırpmadan izlemek zorunda kaldığı görüntüleri kullanarak  Kubrick terapiye izleyiciyi de dahil eder. Alex ile özdeşleşmemiz daha  önce mümkün değilken, gördüğü bu işkence ile Alex'in yavaş yavaş bir  kurbana dönüştüğüne tanıklık eder ve onun konumundan terapiye ortak  ediliriz. Şiddet artık devletin tekelindedir ve işkenceyi en doğal  hakkıymışçasına uygular.
Otomatik Portakal
Alex,  programı başarıyla tamamlayınca özgür bırakılır, ancak hiçbir şey  hayalini kurduğu gibi olmaz. Çıkar çıkmaz şiddet uygulamayı düşleyen  Alex'in, artık en küçük bir şiddet sahnesinde midesi bulanır, kusmaya  başlar ve hastalanır. Ayrıca dışarıya çıktığında yaşayacağı tek şok bu  değildir. Ailesi oğullarını unutmayı seçmiş ve kendilerine Alex'in  yerine bir oğul edinmiştir. Kendisini döven ve ispiyonlayan eski çete  arkadaşları artık birer polistir. Şiddet güdülerini artık resmi  yollardan tatmin etmektedirler. Bu arada karısı tecavüz olayından sonra  ölen yazar Alexander da Alex'in peşindedir. Sanki geçmişindeki herkes  ona karşı birleşmiş, müttefik kuvvetler olarak taaruza  hazırlanmaktadır. Alex ise kendisini savunma aracından yoksun  bırakılmıştır, kendisini savunmaya çalışsa dahi hastalanmaktadır.  Sonuçta onu arayan yazar Alex'i bir yerde kıstırır, onu kaçırır ve  intikamını almaya çalışır. Ancak Alex kendisini savunamaz ve bu aciz  durumuna daha fazla katlanamaz; çareyi kaçırıldığı evin penceresinden  atlamakta bulur.
Gözlerini açtığı hastanede  başkan dahil büyük devlet görevlileri baş ucunda uyanmasını  beklemektedir. Sistem bir kez daha çuvallamıştır. Şiddeti engelleme  yolunda yapılan girişim bir kez daha başarısızlıkla sonuçlanmıştır.  Alex'in vücudu tiksindirme terapisinden temizlenmiş, eski haline  kavuşturulmuştur. O artık devlet görevlilerinin elini sıkmak için  yarışa girdiği, basının fotoğraflamak için canhıraş ettiği bir kahraman  olmuştur. Ve yeniden sokaklara çıkmaya hazırdır.
Otomatik Portakal
Otomatik  portakalın orijinal ismi "clockwork orange" İngilizce'deki "queer as a  clockwork orange" deyiminden geliyor. Görülebilecek en tuhaf  davranışları sergileyen ve başkaları tarafından yönlendirilen kişi  anlamında kullanılan bu deyim, belki de Alex'in kişiliğinin özünü  oluşturuyor: Otomatikleşmiş bir canlı, makineleşmiş insan. Anthony  Burgess totaliter bir rejimi anlattığı romanında makineleşmiş insanı  komünist toplumlar için bir imge olarak kullanıyordu. Ancak Kubrick bu  imgeyi aynen alarak totaliter rejimi post kapitalist bir tüketim  toplumu olan gelecekteki İngiltere'nin topraklarına yerleştirdi.  Elbetteki Kubrick'in seçimi oldukça bilinçli bir tercih ancak tersi de  olsa sonuç onun için değişmez. Her sistem kendi şiddet metodlarını ve  araçlarını geliştirecek. Çünkü her sistem insanlar tarafından  yaratılmakta ve insanlar varolduğu sürece şiddet de varolacak. Şiddetin  her insanda varolan bir içgüdü olduğunu varsayarken bile Kubrick onun  yine de en ilkel yanımızı teşkil ettiğinin altını çiziyor. Ama şiddeti  nihai olarak nasıl ortadan kaldıracağımıza dair bir çözüm getirmiyor ve  getirmek de zaten onun işi değil. Filmi izlediğimizde özgürlüğümüzü  yitirmemiz pahasına vazgeçemediğimiz şiddetin bizim genlerimize işlemiş  bir kod olduğunu düşünebiliriz ancak filmin genel düşüncesi  özgürlüğümüzün ancak "seçimlerle" gerçekleşen bir süreç olduğunu  vurguluyor. Bu yüzden Louis Bunuel'in sözlerine kulak vermeden geçmemek  gerek: "Otomatik  Portakal yeni favorim. Hakkında olumsuz çok şey duymuştum. Ama  izledikten sonra fark ettim ki, modern dünyanın gerçekte ne olduğunu  gösteren tek film bu.."


Eternal Sunshine of the Spotless Mind

Sil Baştan
Şubatın ortasındayız, unuttun mu Joel?
Oh my darling, you are lost and gone forever
O meşum elmayı yediğimiz günden beri kurtuluşumuzu bekliyoruz. Gerçeğin dayanılmaz ağırlığının yarattığı acılardan özgürleşmemiz için dili, dini, sanatı yarattık. Acıya dayanamayan aciz yaratıklar olarak yapamayacağımız ya da dönüştüremeyeceğimiz şey yok. Yasak elmanın tadı dahil her şeyi "sil baştan" kurgulamak istemez miyiz? Ya da tüm evrenin bir "beyaz tahta" olmasını düşlemeyenimiz var mı? Katlanılmaz gerçek bizi hep zorluyor, öyle ki elimizdeki tek silahı ona karşı çeviriyoruz: Unutmak adını verdiğimiz o tatlı düş içimizi gıdıklıyor her defasında. Oysa "gerçek" dev bir sarkaç gibi hep başımızın üstünde ve hep öyle olacak.
O zaman nereden başlamalı? 2004 Şubat'ının soğuk geçen Sevgililer Günü'nden mi, Mantouk treninin gizeminden mi; Abelard ile Heloise'in aşklarının kuantumundan mı yoksa unutmanın metafiziğinden mi? Bu soru Eternal Sunshine of the Spotless Mind için geçerliyse, tüm başlangıç noktaları filmin döngüsel kurgusu içinde aynı yere isabet ediyor: Bir başlangıç noktası. Ama her başlangıç acaba sandığımız kadar yeni mi?
Sil Baştan"Neden bana ilgi gösteren her kadına aşık oluyorum" diye kendisine bu soruyu yüzlerce kez sorduğu belli olan kahramanımız Joel ile ilk kez soğuk ve keyifsiz bir sevgililer günü sabahında tanışıyoruz. İçe kapanık ve karamsar bir sabah bu. Hayatını yalnız geçiren insanlara acı vermekten başka bir şey yapmayan o günün sabahı onun için kötü başlıyor. Nedense bir tuhaf hissediyor kendisini. Yalan söyleyip işe gitmiyor ve Mantouk'a giden trene atlıyor. Deniz kenarına vardığında artık biraz daha rahat. Kendisi gibi bugünü yalnız geçiren bir kadın olan Clementine ile de ilk tanışmamız burada gerçekleşiyor. Ayazın insanın iliklerine işlediği bu deniz kenarı ile yeniden karşılaşacağız. Ama henüz değil. Joel ve Clementine gibi biz de yeni başladık öyle değil mi?
Şimdi bir trenin içindeyiz. Clementine açıkça Joel'e yaklaşıyor. Joel utangaç ve gözleri yerde, elinde hiç bırakmadığı günlüğü. Her sayfasında hayatının izlerini görebileceğimiz bu günlük Joel için bomboş. Tıpkı hayatı gibi. Ne bir renk, ne bir heyecan ne de bir sürpriz. Clementine ise canlı, saçları gibi rengarenk. Sinemada nadir görebileceğimiz özgüven sahibi kadınlardan sanki. Ama tatlı değil, bu kelime nedense sinirini bozuyor. Tıpkı Joel'in kibarlığının eş zamanlı olarak sinirini bozduğu ve çok hoşlandığı gibi. İnsanoğlu sevdiği şeylerden aynı zamanda nefret eden nadir bir tür. İsminin anlamı gibi şefkat dolu mu bilinmez ama içi dışı bir, ne aklına gelirse onu yapıyor. Joel'in güvenlik arayıcı tarafını yada tutukluğunu ilk başta göremiyoruz Clementine'de. Joel ise daha sakınıyor kendisini. Buzların üstünde yürürken daha fazla ileriye gidemiyor, korkuyor, güvenlik arıyor. Oto-kontrolü her zaman devrede. Kendisini zamanla Clementine'e bırakacak ama daha zamanı var.
Sil Baştan
İki farklı karakterin bir elektrik akımına tutulmuşçasına birbirlerini çektikleri sıradan bir öykü işte diyoruz. Dememize kalmıyor, bir anda sinema tarihinin en duygusal ve en gerçekçi filmlerinden biriyle baş başa kalıyoruz. Türler arasında dans eden bu film aşkın bilimkurgu hali sanki: Metafizik olduğu kadar gerçekçi.

Unutkanlar şanslıdır,çünkü hatalarını kendileri çekmezler

Milan Kundera Gülüşün ve Unutuşun Kitabı'nda Stalin dönemine ait bir anekdot sunar: Stalin yoldaşı saydığı bir yazarı, sistemin eleştirisini yapmaya başladığı vakit gözden çıkarır. Bunu da tarihi yeniden kurgulayarak yapar. Pasternak'ın aleyhine tüm delilleri bir araya getirir, onu hafızalardan silmeye çalışır, beraber yan yana göründükleri fotoğraflardan onu çıkarır. Onun için kaliteli bir silgi, büyük yazarı toplumsal hafızadan silmek için yeterlidir. Stalin'in trajediden komediye dönüşmüş bu gerçek bilimkurgusu (!), Eternal Sunshine of the Spotless Mind'da "kişisel tarihe" uygulanır.
Sil Baştan
Oysa insan unutamaz: Çünkü sever, terk edilir, boşlukta kalır, acı çeker. Gelip geçici, havada asılı kalan ilişkiler es geçilebilir; ancak unutamamak gerçek aşka içkindir. Joel gibi aşkı yaşayanların ise unutma şansı yoktur; bir sabah uyandığında hiçbir şey hatırlamamayı, "sil baştan" hayatı yeniden hissetmeyi dilese de. Yalnız bir "deux machine" sağlayabilir bunu. Bir umut hediye alıp Clementine'in yanına gittiğinde ve eski sevgilisinin bomboş gözleriyle karşılaştığında yapay bir "Tanrı'nın eli"yle yüzyüze kaldığını ne Joel anlar, ne de biz. Ne zamanki Rob ona Clementine'in sırrını açıklar, o zaman Joel unutmanın cazibesine kapılır. Clementine'in o yokmuş ve onu hiç tanımıyormuş gibi davranmasının ardındaki Tanrısal mucize, Latince'de "kayıp" anlamına gelen Lucana şirketidir. Stalin'in hayalini bir tüketim toplumunda gerçekleştiren ve insanların hafızlarından silmek istediği ne varsa silen bu şirket Clementine'in Joel'e dair anılarını bir kalemde silmiş ve ona "yeni bir hayat" sunmuştur. Duyduğu öfke ile soluğu Lucana'da alan Joel tüm prosedürleri kabul eder, bir çırpıda Clementine'e ait olan eşyaları toplar, gece yatağında silinmeyi bekler.
Ve her şey böyle başlar. Şirketten Frank, Patrick ve Mary bir mutfak robotunu çalıştırıyorlarmışçasına Joel'in beyninin içine girerler. En başta silinen anılar onu en çok rahatsız edenlerdir. İlişkisinin tükenmeye başladığı, bir zamanlar aşık olduğunu "unuttuğu" zamanlara ait olan son anılar kolaylıkla silinir gider. Bir hınçla kavgalardan, şüphelerden, şeytanın ayrıntılarda gizli olduğu çelişkilerden ve ağır gelen sorumluluklardan kurtulur. Nietzche'nin unutuşa dair sözlerini Mary'nin ağzından duyacağımız gibi hatalarını çekmemek adına unutarak şanslılar arasına katılmayı arzular.

21. Yüzyılda Bir Abelard ve Heloise

Sil Baştan
Ancak sevdiği kadının gerçeğine döndüğü vakit Joel de, biz de diğerlerinin farkında olmadığı bir yere yolculuk yaparız: Kalbine. Yemek yiyen ölü çiftler haline nasıl geldiklerini ve aslında Clementine'in hayatının nasıl eksilmeyen bir parçası olduğunu anlayan Joel hayati bir karar alır. Clemetine'i unutmak istemez. Onu unutmaktan vazgeçer ve Clementine için beyninin bir köşesinde diğerlerinin dokunamayacağı ya da erişemeyeceği bir yer arar. Clementine'e daha önce açılamadığı kadar açıktır artık; en kirli, en çocuksu ve en utanç verici anılarının arasında birlikte koşarlar, kimlikleriyle dans ederler ve en mahrem yanlarıyla baş başa kalırlar. Beyninin ve kalbinin labirentlerinde dolaşırken sevgilisi için yapamayacağı şey yoktur. İşte o anda 21. yüzyılın sınırlarını aşarlar ve 12. yüzyılın en unutulmaz hikayelerinden birine dönüşürler. Bu yüzyılın ilk çeyreğinde gezindiğimiz iç kulvarlarda entelektüel ve içe kapanık Joel bir Abelard, içinde fırtınalar kopan kafası karışık Clementine artık bir Heoloise'dir.

Joel'in Clementine'i koruma ve başkalarının gözlerinin tecavüzünden onu kaçırma arzusu Abelard ve Heloise'in sonsuz aşkının destansı öyküsüne öykünür. Joel beyninin içinde her yakalandığında Clementine için başka bir alan bulur; gerçek hayatlarında yapamadıkları şekilde tüm kimliklerinden ve cinsiyetlerinden soyunurlar. Şimdi gerçek anlamda konuşmaya ve birbirlerini tanımaya başlamışlardır; birbirlerinin sınırlarını, zaaflarını tanıyarak ve unutmamanın en "ahlaki" seçim olduğunu kanıtlayarak. O zaman Mary'nin bir zamanlar aşık olduğu, sildirmesine rağmen unutamadığı Dr. Mierzwiak'a dizelediği, Pope'un Abelard ve Heloise şiirinin mısraları anlam kazanır:
"Ne mutludur suçsuz bakirenin dostları
Unutulan dünyadan, dünya unuturken
Lekesiz zihnin sonsuz gün ışığını
Her dua kabul olunmuş ve her istek bırakılmış"

Sil Ba?tan

Beni Mantouk'ta Bekle

Beyninin içinde ilişkisinin en başına döndüğünde artık Joel Clementine'i unutacağını bilmektedir. Zihninde Clementine'e ait olan ne varsa, Mantouk'taki deniz kenarında sığındıkları evin üstlerine çökmesi gibi son bulmaktadır. Ama ya aşk? Clementine'in son cümlesine karşılık Joel sabah uyandığında hafızası tertemiz olmasına rağmen sebepsiz sandığı bir şekilde Mantouk'a giden trene biner. Başlangıca döndüğümüz o an, en başta gördüğümüz ve kabul ettiğimiz gerçeklik biz izleyiciler için yeniden kurgulanır. Olayları aynı dizi içinde izleriz ama artık anlamları farklıdır. Tıpkı kahramanlarımızın Mary'nin dağıttığı müşteri dosyalarındaki gerçeğin farkına varmaları ve gerçekliğe yeni bir bakış açısıyla bakmaları gibi. Kendi konuşmalarını dışarıdan bir yabancı gibi dinledikleri o dakikalar, aslında hiç olmadıkları ya da olmak istemedikleri bir insana nasıl dönüştüklerini anladıkları bir "aydınlanma" anıdır. Farklılıklarına ve zaaflarına karşı geliştirdikleri önyargılı tutumları aşarlar, çünkü her ne kadar ne olduğunu hatırlamasalar da, içlerinden bir ses hatalı olabileceklerini fısıldamaktadır.
Aşkın en dokunaklı, en gerçekçi ve en gerçeküstü hallerini yaşamış bu ikili yoluna devam edecektir. Birbirlerini çekmişler, itmişler ve tekrar birleşmişlerdir. Tıpkı atom altı dünyadaki iki farklı fotonun hızlı bir baş dönmesini andırır şekilde birbirini çekmesi, itmesi ve yeniden çekmesi gibi. Ancak tek bir farkla. Daha sakin, daha hoşgörülü, farklılıkları gözeterek ve onları koruyarak. Ve artık "unutmanın en iyi intikam" olduğunu bilerek...
Yapım Üzerine Notlar
Film John Malkovich Olmak ve Adaptation filmlerinin dahi senaristi Charlie Kaufmann tarafından yazıldı ve çocuksu dünyasını izleyicilerle paylaşan Michel Gondry tarafından yönetildi. 2004 yapımı film En iyi Özgün Senaryo Oscar'ına sahip.
Filmin yapım öyküsü ise hayli ilginç. Gondry, Charlie Kaufmann'ı arkadaşlarıyla çıktığı bir yemekte yakalıyor ve ona bir zarf sunuyor. Kaufmann açtığı zarfta aynen şu ifadeyle karşılaşıyor: "Bir gün bir mektup alsanız ve içinden tanıdığınız birinin hafızasından silindiğinizi belirten ve onunla bir daha temas kurmamanız gerektiğini yazsa ne yapardınız ? Fikri çok seven Kaufmann üç yıl boyunca bu film için çalışıyor ve çıkan sonuç bir dehanın eseri olarak kimseyi şaşırtmıyor.

Sinemalar.com Puanı: 8.3/10
IMDB Puanı: 8.5/10
Yapım: 2004 ~ ABD
Tür: DramFantastikPsikolojikRomantik
Yönetmen: Michel Gondry
Senaryo (Kitap): Michel GondryCharlie KaufmanPierre Bismuth
Görüntü Yönetmeni: Ellen Kuras
Görüntü Yönetmeni: Jon BrionBeck
Dağıtım: Bir Film
Süre: 1 saat 48 dk
Gösterim Tarihi: 26 Mayıs 2006 (Türkiye)

Yıl Sonuç Ödül Kategori
2003 Aday Gösterildi Altin Küre Ödülleri En İyi Film
2004 Aday Gösterildi Altin Küre Ödülleri En İyi Erkek Oyuncu (Jim Carrey)
En İyi Kadın Oyuncu (Kate Winslet)
2005 Kazandı BAFTA Ödülleri En İyi Senaryo
Oscar Ödülleri En İyi Senaryo
2010 Aday Gösterildi Altin Küre Ödülleri En İyi Senaryo (Charlie Kaufman)

Days of Heaven

Yeryüzünde Bir Cennet

Days of Heaven
Fransız sinema kuramcısı Alexandre Astruc vakti zamanında sinemanın bir dil olduğunu, nasıl ki edebiyatın dili kelimelerden oluşuyorsa, sinemanın dilinin de görüntülerden oluştuğunu söylemişti. Kamera kalemin yerine geçecekti, görüntüler yazılı sözcüklerin. Bu bakış açısı 60'lı ve 70'li yılların Avrupa sinemasındaki genel sinemasal eğilimin belirleyeni olsa da, belki de en iyi örneklerden biri Amerikan film endüstrisi içinden; ayrıksı, bağımsız ruhlu, mükemmeliyetçi ve nev-i şahsına münhasır bir yönetmenin yapımı üç yıl sürmüş filminden geldi: Hollywood'la ilişkisi açısından “ ya dışındasın çemberin ya da içinde yer alacaksın” düsturunun istisnası olabilecek Terrence Malick, 1978 yapımı Days of Heaven ile üstat Astruc'a kendi tarzında bir cevap veriyordu. Yaptığı ilk iki filmle birdenbire 70'li yılların Yeni Amerikan Sineması ekolünün öncüleri arasına giriveren Malick, 20 yıl ara verdiği sinemaya döndükten sonra dahi Days of Heaven'in izini sürmeye devam etti. 1998 yılında yeniden giriş yaptığı Hollywood'da James Jones'un romanını beyazperdeye aktardığı The Thin Red Line ya da son filmi The New World'de hep Days of Heaven'a benzer bir estetik tat bulmak mümkündü. Denilebilir ki, Days of Heaven, Malick'in alamet-i farikası, kendi stilinin mahlası oldu: Sinema ile şiirin buluşması, kalıcı ve geçici olan arasında bitip tükenmeyen o vals, karşıtların birliği ve insanı yerine mıhlıyan güzellikteki görüntülerin kendi dili.
Days of Heaven
1900'lü yılların Amerikası... Ağır sanayi endüstrisinin gelişmeye başladığı, makineleşmenin bir yıldız gibi parladığı, yeni gelişen sanayi kapitalizminin vahşi dişlerini henüz törpülemediği o yıllar. İşçi sınıfının ortaya çıktığı, tarihin zembereğinin yeni bir dönem için boşaldığı 1900'lerin Amerikası, Charles Dickens'ın Londrası ya da Emile Zola'nın Fransası'ndan çok da farklı değil: Sefaletin üvey kardeşi suç ve onların değişmez leitmotive'i zengin avcılığı atbaşı gidiyor. Bu ortamda farklı güdülerle yola çıkan üç karakter: Hayatını bulmaya çalışan Abby, yolunu bulmaya çalışan Bill ve onun kendini bulmaya çalışan küçük kardeşi Linda. Hepsinin amacı farklı olsa da, hiyerarşinin en altında bulunan bu üç sıradan insan, Bill'in sayesinde artık aynı trende, deyim yerindeyse aynı yolun yolcusu. Bill'in çalıştığı fabrikadaki ustabaşısını çıkan bir kavga sonunda öldürmesi üzerine çıkılan bu yolda ilk durak, onun için bilinmeyen bir son durak.
Days of Heaven
Buharın, kömür karasının ve ateşin içinden gelen bu üç yabancının kendilerini buldukları yer, buğday sarısı tarlalar, toprak kokusu ve her zaman bir karakter gibi kendisini hissettirecek olan rüzgarın hışırtısı. Uçsuz bucaksız bu kırsal manzaranın yağlıboya tablolara özgü görsel dokusu içinde, aşkı düşünen Abby, parayı düşünen Bill ve yeryüzünün doktoru olmayı hayal eden Linda, Teksas'taki bir toprak sahibinin emrinde çalışacak mevsimlik işçiler oluveriyor. Sonuçta onlar için değişen bir şey yok: Tunç yasası her yere hakim. Gündüzün gecelere karıştığı aç kalmamak adına süregiden tempo ya da yaşanan sefalet hep aynı. Linda'nın o kırılgan sesinden duyduğumuz sözler belki de kendi durumlarının en iyi özeti: “ Seni sen olduğun için seçmiyorlar, herhangi birini de bulabilirler.” Tüm mevsimlik işçiler gibi Abby, Bill ve Linda da aynı dev organizmanın bir parçası, makinede her an yeri değiştirilebilir birer dişli. Şimdiye kadar tek vasıfları “ niteliksiz adam” olmaktan öteye gidememiş bu üçlüye, kendilerini hiç olmadıkları kadar özel hissettirecek kişi ise, aşağıdakiler tarafından her zaman ulaşılamaz görülen (ve bunu vurgulamak istercesine çoğunlukla alt açıdan görüntülenen) toprak sahibi oluyor.
Days of Heaven
Toprak sahibinin bir ismi yok. Sinema perdesinde büyük patronların her zaman gerçek isimleri ile karşımıza çıkmadığını biliyoruz. Kulenin en tepesinde, Tanrısal bir hakimiyete sahip bu patronlar gibi, Shepard'ın inanılmaz bir duyarlılıkla canlandırdığı çiftçi de onlar kadar erk sahibi, ancak onlar gibi anonim bir kişilik değil. Abby ile olan ilişkisine kadarki her karede yekpare bir monolit gibi, karşısında diyaloga geçtiği kişilerden uzak olan bu çiftçinin halet-i ruhiyesini sözlerden çok görüntüler ele veriyor: Yalnızlık... Tıpkı tüm olaylara tanıklık etse de hiç istifini bozmayan, sessizce kendi köşesinde uzlete çekilmiş ve her şeyden ayrıksı gözüken o çiftlik evinin yarattığı hisse benzer bir yalnızlık bu. Buğday tarlaların üzerinde esen rüzgara, toprağın özüne işlemiş bir yalnızlık. Onun yalnızlığını bir nebze azaltan dürbününün kadrajına günlerden bir gün siyah saçlı bir işçi kızı takılıyor. Bill ile kardeş numarası yapan, ama bir kardeşten daha yakın gözükerek herkeste soru işaretleri uyandıran Abby, henüz bu ilginin farkında değil. Bill'in tesadüfen toprak sahibinin sırrına vakıf olmasıyla birlikte, yeni hayatlarına adım atacaklar. Artık içinde bulundukları cennetin kapıları onlara açık. Her zaman düşledikleri yaşam sonunda gizli anahtarı onlara bahşediyor.

Şifa İlaçta Değil, Ruhtadır...

Doğduğu günden bu yana hiçbir kadına yaklaşamamış çiftlik sahibi, hayatının son günlerine yaklaşırken, belki de mutlu bir şekilde son nefesini vermek için, Abby'nin sevgisini ve hayat arkadaşlığını istiyor. Linda'nın deyimiyle “ burnu çamura bulanmış bir domuz gibi yaşamaktan artık sıkılmış” Bill'in kolay yoldan köşeyi dönme mantığı, Abby'den kendini kurban edecek bir fedakarlık talep ediyor. Abby'nin, hiçbir zaman sahip olamayacağı bir hayatı ona verebilecek kuvvetteki çiftlik sahibine kendini sunması uzun sürmüyor.
Days of Heaven
Dürbünüyle gözlediği yaşamların içinde kendini, soğuk yatağını ısıtacak kişiyi ise kendi huzurunda buluveren çiftçi, hayatının en mutlu günlerini yaşıyor. Ancak mutluluk dediğimiz ve hep gelip bizi bulmasını beklediğimiz düşün tek taraflı olması mümkün değil. Abby de toprak sahibi kadar mutlu. Bu mutluluğun sırrı onun basit bir işçi kızından bir hanımefendiye dönüşmesinden değil, o güne kadar kendini bu denli özel hissedememesinden kaynaklanıyor. Yaşayamadığı hayatını, yerine getiremediği düşlerini gerçekleştirebilme olanağının sunulması, ister istemez bu fırsatı sunan kişiyi de özel yapar. Abby ne kadar özelse, çiftlik sahibi de o denli özel. Artık yalnızca Bill ve Abby'nin hikayesi söz konusu değil, Abby ve çiftlik sahibinin öyküsü de o denli anlatılmaya değer.
Days of Heaven
Bu durumu günbegün daha fazla hisseden Bill'in, yaptığı planda en önemli veriyi gözden kaçırdığını anlaması, “ yanlış hesabın artık Bağdat'tan dönemeyeceği” gerçeği ile onu yüz yüze getiriyor. Abby'nin çiftlik sahibine yakınlaşması, ona aşık olması Bill'in Othellovari kıskançlık damarlarını şaha kaldırırken; çiftçinin günden güne kötüleşeceği yerde sağlığına kavuşması, bu küçük üçkağıtçının sinirlerini daha da harap ediyor. Çiftçinin yakalandığı hastalığın pençesinde kıvranacağı yerde, dipdiri Abby'nin peşi sıra koşturması, ne Bill'in dediği gibi “ doktorun yeni bir tedavi uygulamasından”, ne de yeni ilaçlardan. Çiftçinin Abby'ye duyduğu aşk, onun en büyük ilacı. Onun yanaklarını al al eden bu aşk, içindeki hastalığın üzerine dikilmiş en etkili silah.
Days of Heaven
Bu pastel- pastoral cennet içinde iç sızlatan trajedi, bu noktadan sonra yuları boşalmış bir at gibi dörtnala koşuyor. Çiftçinin içinde sakladığı sır, Abby ile Bill'in gizledikleri sır hep aynı trajedinin halkalarını oluşturuyor. Sakladıkları sırlar ne yazık ki beklenen sonu hazırlayacak. Ama işin ironik tarafı da burada zaten: Çiftçinin vücudunu günbegün yiyip bitiren bir hastalıktan dolayı ölümünün yaklaştığı gerçeği kalbine saplanan bir bıçakla ölümüne neden olurken, Bill ve Abby'nin iki aşık olduklarını gizlemeleri aşklarının ve nihayetinde Bill'in sonunu getirecek. Herkes kendisinin ve birbirlerinin katili olacak. Hiçbir hikaye yarım kalmayacak, trajedinin döngüsü yerini bulacak.

Linda'nın Dünyası

Belki de olan biteni Linda'nın gözünden izlememiz bir tesadüf değil. Onun her şeyi bilen ve gören kırılgan çocuksu sesinin eşlik ettiği tüm olaylarda, tek masum Linda; gerçek cenneti yaşayan bir tek o. Nefes aldığı günden bu yana dünyanın yükünü küçük omuzlarında taşıyan bu küçük kız, belki de ilk kez bir çocuğun ait olması gereken yerde. Ağabeyi Bill'in ona sağlamayı başaramadığı bir aileye, koşup oynayabileceği kırlara sahip. Onun üzerine çöken dünya, artık onun oyun alanı. Toprağa kulağını verip onun sesini duymaya çalışan, Linda'nın tek arzusu, dünyayı keşfetmek.
Days of Heaven
Ancak Linda sıradan bir çocuk değil. Onun ağzından dökülen sözcükler, bir çocuğun bilgi dağarcığını aşacak nitelikte. Yaşam, ahlak, doğa ve insani değerler hakkındaki yorumları bize ister istemez, kamera arkasındaki yönetmen Malick'i hatırlatıyor. Gerçek alanı felsefe olan ve kamerasıyla felsefi birikimlerini -Astruc'un dediği gibi- pelikül üzerine yazan Malick'in yaşama dair yorumlarını sanki Linda'nın ağzından duyuyor gibiyiz. Yalnız Linda Malick'in sözlerini tekrarlayan bir kukla olmaktan da uzak. Erken yaşta elde edilen deneyim ve sorumluluklardan dolayı yaşıtlarından daha olgun olan Linda, Malick'ten ayrı ve bağımsız bir kişilik olarak sinema perdesindeki çocuk karakterler içinde özel bir yere sahip. Kendi yaş grubunun göremediklerini, duyumsayamadıklarını algılayabilen Linda'nın dünyası bir çocuğun saf aklıyla, bir yetişkinin bilgisinin iki ayrı görünümüne sahip. Ama biliyoruz ki, bu Malick'in kendi imzasını koyduğu nokta. Şimdiye kadar doğa ile insan, birey ile toplum, ahlak ile irade gibi birbirini tamamlayan ama birbirlerine ayrı düşmüş alanları aynı potada ele alan Malick, Days of Heaven'da da aynı formülü uyguluyor: Karşıtların birliği. Uzlaşmaz görünen durumların birlikteliği, gündelik hayatın temposuna kendisini kaptırmış insanların yaşamlarını sıradışıya doğru bir yolculuğa çıkarırken, her şey aynı oranda sıradanlığını korumaya devam ediyor. Days of Heaven ile kariyerinin doruk noktasına çıkan Malick bu noktada aşk üçgenine dayalı bir drama yapmaktan öteye giderek düşünsel boyutunu açığa çıkarıyor: Sıradan bir felsefe ya da felsefenin sıradanlığı değil, ancak sıradanlığın felsefesi.

Görüntü Estetiği Üzerine Bir Ders

Wyeth - Christinas World
20. yüzyılın Amerikan resminde özel bir yeri olan Andrew Wyeth, şimdiye kadar hem edebiyatın hem de görsel sanatların önemli esin kaynaklarından biri oldu. Ancak onu Malick kadar iyi anlayan ve yorumlayan bir sinemacı –şayet Terry Gilliam'ın Tideland'ini saymazsak- henüz gelmiş değil. Wyeth'in engelli bir genç kızı konu edindiği 1948 tarihli Christina's World adlı tablosunun, Days of Heaven'in görsel üslubunda önemli bir durak olduğunu söyleyebiliriz. Filmin görsel kompozisyon ve sanat yönetiminde Wyeth'in etkisi kendisini daha fazla hissettirirken, özellikle aydınlatma ile sağlanan tonlarda Amerikan resminin başka bir önemli ismi Edward Hooper'i anmadan geçemeyiz. Filmin resim sanatı ile olan ilişkisinin ilk bakışta güzel bir tesadüf olduğunu düşünsek de, bunun bir raslantının ötesinde olduğunu yönetmen Malick ve görüntü yönetmeni Nestor Almendros'un işbirliğinde görüyoruz.
Malick, Truffaut'nun The Wild Child filmini izledikten sonra Nestor Almendros ile çalışmaya karar vermemiş olsaydı, belki de bu film hiç olamayacaktı; hele ki Malick'in insanı tansiyon hastası yapacak denli bir mükemmeliyetçi kişiliğe sahip olduğu ve görüntü yönetmenlerini çıldırttığı düşünülecek olursa. Sırf mavi gökyüzü Malick'e kaba seyahat broşürlerindeki fotoğrafları anımsattığı için çekimlerin yalnızca güneş doğarken ve batarken yapılması, arklar dışında hiçbir aydınlatma cihazının kullanılmaması, çoğu zaman yalnızca doğal aydınlatma kaynaklarından yararlanılması, Malick'in Almendros'tan nasıl bir teknik mucize istediğinin birkaç “ küçük” kanıtı olabilir. Ancak çıkan sonuca bakıldığında görüntü yönetmeninin Malick'in düşüncelerini okuduğu, sinema tarihinin en gizemli adamlarından biri olan Malick'i belki de kimsenin anlayamadığı kadar iyi anladığı görülebilir. Sanki Malick'in yönetmenliği ile Almendros'un görüntüleri, (Wittgenstein'in Tractatus'un sonunda yazdığı gibi) aynı sözcükleri fısıldamaktadır kulağımıza: “Üzerinde konuşulamayan konusunda susmalı.”


Tür : Dram
Yönetmen : Terrence Malick
Senaryo :
Terrence Malick
Görüntü Yönetmeni : Néstor Almendros
Yapım : 1978, ABD , 95 dk.

Oyuncular

Richard Gere (Bill) , Brooke Adams (Abby) , Sam Shepard (Çiftçi) , Linda Manz (Linda) , Robert Wilke (Çiftlik kahyası) , Jackie Shultis (Linda'nın arkadaşı) , Stuart Margolin (Değirmenci)

Bir Zamanlar Amerika (Once Upon A Time In America)

Once Upon A Time In America
Sergio Leone'nin Türkçe'ye Bir Zamanlar Amerika adıyla kazandırılmış filminin adının peri masallarının anlatımında kullanılan ve Türkçe'de "bir varmış, bir yokmuş" kalıbıyla karşılık bulan "once upon a time" kalıbından gelmesi önemli bir detaydır. Once upon a time kalıbı tıpkı "bir varmış, bir yokmuş"ta olduğu gibi, masala "çok eskiden ama tam ne zaman olduğu belli olmayan bir zamanda" anlamı katmaktadır. Filmin adında bu atfın yapılması izleyiciye masalsı bir anlatıyla karşı karşıya olduğu ön kanısını vermeye yöneliktir.
Ancak masallarda tam ismiyle belirtilmeyen ve "bir ülke varmış" ya da "bir krallık varmış" gibi ifade edilen yer adı kuralı Bir Zamanlar Amerika filminde yıkılmakta ve gerçek bir ülke adının başlıkta geçmesiyle beraber masalsı ton kasti olarak bozulmaktadır. Bu sayede izleyicinin hem masal gibi hem de gerçek gibi bir olayın anlatılacağını var sayması sağlanmaktadır ve izleyici filmi bitirdiğinde elinde kalan acı gerçeklerle bir arada olan masalsı duygusallığın arasında öyle bir kalakalmaktadır ki, bu da filmin hemen her izleyicinin gözünde kazandığı büyük saygınlık ve hayranlığın ardındaki sebeplerden biridir.
Once Upon A Time In America
Film, çocukluktan beri arkadaş olan ve bu arkadaşlığın seyrinde suça karışan, Max, Patsy, Cockeye ve Noodles isimli karakterlerin Büyük Buhran dönemi Amerika'sının soyo-ekonomik koşullarıyla yoğurulmuş inişli-çıkışlı hayatlarını ve hayatlarına hükmeden dostluklarını, zaaflarını, aşklarını, ve hırslarını konu alıyor. Güçlü olan hayatta kalır prensibinin insan yaşamına bir zamanlar ve Amerika'da nasıl hükmettiği anlatılırken, izleyiciye, hayatta kalmak için gereken gücün ne tür bir güç olması gerektiğiyle ilgili mesaj masal üslubunun dolaylılığı ve yumuşaklığıyla, ve didaktik olmaktan hassasiyetle kaçınarak veriliyor.

BİR ZAMANLAR AMERİKA'DA?

Once Upon A Time In America
Masalsı anlatının tam olarak belirtilmeyen zaman detayına filmin adında yer vererek, filmde gerçek zaman dışında gerçekleşen bir olaylar bütünüyle karşı karşıya olduğumuz hissi verilirken, film boyunca anlatılan olayların bir kısmının gerçekleştiği zamanın son derece net detaylarla verilmesi anlamlı bir karşıtlık oluşturuyor. Bu karşıtlığının dikkatleri çekmeye çalıştığı şey ise yine masalsı olanın iyiliğiyle gerçekçi olan zalimliği arasındaki ikilem duygusudur.
Filmdeki Max, Patsy, ve Cockeye karakterlerinin mezarlarındaki doğum ve ölüm tarihlerine odaklanarak çekilen karelerde, bu karakterlerin 1900'lerin başlarında doğup, 1933'te vefat ettiklerini öğreniyoruz. Karakterler, Amerikan Tarihinde Kuşaklar başlığı altında William Strauss and Neil Howe tarafından doğum yıllarına göre kuşakların kendilerini karakterize eden başlıklarla gruplara ayrıldığı listede G.I Kuşak'ın doğum aralığına tekabül eden 1901-24 arası tarihlerde doğmuşlardır. Kuşağa verilen addaki G.I kısaltması Amerikan ordusu ve savaş siyasetiyle ilgili çoklu göndermeleri olan bir sözcük. Başka kaynaklara göre iki savaş arası kuşağı anlamına gelen, Interbellum Kuşağı olarak adlandırılan, doğum tarihleri 1900-10 olarak belirtilen kuşağa dahil olan bu karakterler, her halükarda savaş ile tanımlanan bir kuşağın temsilcileridir. İlginç olan, savaşla karakterize edilmiş bir kuşak olmalarına rağmen 1900-1910 arası doğan kısmının büyük kısmının Birinci Dünya Savaşı zamanında savaşamayacak kadar çocuk, İkinci Dünya Savaşında ise savaşması tercih edilmeyecek kadar yaşlı olmalarından dolayı savaşa aktif olarak katılmamış olmasıdır.
Once Upon A Time In America
Amerikan tarihinde Gürleyen Yirmiler ve gürlemenin dinmesine yakın patlak veren Büyük Buhran (1929) ve Roosevelt'in bu dönemi sonlandırma girişimiyle 1933 yılında başlattığı Yeni Düzen (New Deal) girişimi ile seyri değişen Amerikan Rüyası'nın ekseninde yaşayan bir kuşağın, siyaset, sermaye ve suç düzleminde anlamlanan hayatlarının bir anlatısı Bir Zamanlar Amerika. Ve film bu dönemin evladı olan bir grup gencin tüm bu dönemi kapsayan, tam tarihi son derece belli olan Alkol Yasağı (1920-33) döneminde içki kaçakçılığı yoluyla suç dünyasına çekilişinin gerçekçi bir öyküsü. Bir suçlu olarak 1933 yılında sahte bir ölümle ölen Max'in, Yeni Düzen'le beraber Bakan Bailey olarak yeni bir hayata başlaması da sembolik düzlemde bu dönem Amerikasının siyasi düzenine yöneltilen en sert eleştirilerden biri belki de?
Bir taraftan sosyo-ekonomik ve siyasi koşulların tekinsizliğinin paralize ettiği insan ilişkileri ve kimsenin kimseye güvenip kendini teslim edemeyeceği insan usulü bir vahşi hayatın zalim gerçekliğiyle, İngilizce karşılığında depresyon sözcüğünün kullanıldığı Büyük Buhran dönemi Amerikasından bahsediliyor. Diğer tarafta ise, Yasak'a rağmen kapalı kapılar ardında ve jazz eşliğinde yaşanan, masallardaki saraylara has bir gösteriş ve bolluğun anlatısıyla Gürleyen Yirmiler ve Amerikan Rüyası'nın sarhoşluğu resmediliyor. Birbirine gece ve gündüz gibi zıt olan gerçeklerin yanyanalığını en iyi sembolize eden detay ise film boyunca birden çok sahnede fon müziği olarak yer verilen Night and Day adlı jazz şarkısı.

KİMLİĞİ BELİRLENMEMİŞ BİR SON

Karakterlerin arasındaki ortak yaşanmışlıkların çocukluktan yaşlılığa, hatta bazılarının erken bazılarınınsa çok erken gerçekleşen ölümüne kadar anlatıldığı hikayede, karakterlerin hep o çocukluklarındaki gibi kalan tarafları, bunlardan kurtulamayışları ve kurtulmak istemeyişleri, ve çocukluklarıyla girdikleri hesaplaşma o dönemin anılarına geri dönüşlerle kurulan anlatıyla vurgulanıyor.
Once Upon A Time In America
Filmde gözden kaçabilecek en önemli detaylardan biri de Noodles'ın yaşlanıp geri döndükten sonra kasadaki valizi açtığında, biz içinde para bulamadığı için kaşlarını çattığını zannederken valizden dikkat çekilmeden aldığı bakır kaplama köstekli saat için, kasa anahtarını Moe'ya verdiğinde ve Moe ile arasında parayı bulamamış olması hakkında geçen birkaç cümleden sonra, kendisi için önemli olan şeyi aldığını söylemesi. Bunu, filmin sonuna doğru Mr. Bailey ve Noodles'ın karşılaştığı ve Mr. Bailey'nin köstekli saatine bakıp fazla zamanı kalmadığını söylediği anda Noodles'ın gözünden bakan kameranın Mr. Bailey'nin gümüş kaplama ve işlemeli köstekli saatine uzun süre yakın plan odaklandığı karelerle kıyaslamadan iki karakter arasında ilk karşılaşma anlarından beri çizilen zıtlığın, Max'in David'e yaptıklarının arkasındaki motivasyonun ne olduğunun ve Noodles'ın neden herkesin aynı olaylara dair darklı hikayeleri olduğunu anlatan bir konuşma yaparak Mr.Bailey'nin haketmesine rağmen onu öldürmeden ordan ayrıldığının anlaşılması mümkün değil.
Sona iyice yaklaşıldığında, Mr.Bailey'nin yanından çıkan Noodles'ın önünden geçen çim öğütücü kamyonu izlediği sahnede, spiral bir mekanizmada işleyen orakların öğüttüğü çimlere bakıp dalması ve kamyonun arka ışıklarının kaybolduğu yerden ona doğru ilerleyen spor araba içinde eğlenen gençlerin coşkusu ve arabadan yere atılıp kırılan içki şişesi, yoğun bir sembolizm kullanılarak zamanın öğüttüğü yaşamlar ve yaşamın öğüttüğü insanlarla, birileri geçip giderken, arkadan gelenlerin aynı öğütücü mekanizmanın içinde olduklarından bihaber, kendilerinden öncekilerin hayal edip sahip olamadığı özgürlükleri savurup atarcasına hayatın keyfini çıkarır halleri arasındaki yürek burkan tezadı içlere işliyor.
Once Upon A Time In America
Bu sahnenin ardından, arkadaşlarının ölümünden sonra Çin Tiyatrosu'nda kendini uyuşturucuya teslim ettiği günün anısına dönen Noodles filmin son karesi olarak donacak sahnede kendisini acılar içinde sayıklarken değil, mağrur ve içten bir gülümsemeyle hatırlıyor artık. Bu iki ardışık sahne dolayısıyla kimliği belirlenmemiş, yani mutlu son mu değil mi net olarak ayrıştırılamayan ve galiba her ikisini de biraz barındıran bir sonla veda ediyor film. Masalların mutlu sonlarını hatırlatacak şekilde iyi tatmine kavuşurken kötünün acı içinde terkedildiği, ama aynı zamanda öğütülen çimlerin yansıttığı parçalanmışlık ve yok olmuşluk duygusu ile Çin Tiyatrosu'nun kasvetli ortamının yarattığı kapana kısılmışlık hissinin gırtlakta düğümlendiği acı bir son.


Tür : Polisiye / Dram
Yönetmen : Sergio Leone
Senaryo : Leonardo Benvenuti , Piero De Bernardi , Enrico Medioli , Franco Arcalli , Franco Ferrini , Sergio Leone , Harry Grey (Kitap)
Görüntü Yönetmeni : Tonino Delli Colli
Müzik : Ennio Morricone
Yapım : 1984, ABD / İtalya , 139 dk.


Oyuncular

Robert De Niro (David 'Noodles' Aaronson) , James Woods (Maximilian 'Max' Bercovicz) , Elizabeth McGovern (Deborah Gelly) , Treat Williams (James Conway O'Donnell) , Tuesday Weld (Carol) , Joe Pesci (Frankie Minaldi) , Burt Young (Joe Minaldi) , Danny Aiello (Polis Şefi Vincent Aiello) , William Forsythe (Philip 'Cockeye' Stein) , James Hayden (Patrick 'Patsy' Goldberg)

David "Noodles" Aaronson ve arkadaşları 20'lerin New York'un da beraber büyümüşlerdir. 30'larda gangster dünyasında fırtına gibi esen sıkı dostlar zamanla dağılırlar. Fakat 60'ların sonunda Aaronson New York'a geri dönecek ve geçmişiyle yüzleşecektir.

Birlikte büyüyen bir grup Yahudi arkadaşın, gangster dünyasına adım atmasıyla geçirdiği aşamaları ve sonrasını konu edinen film, Spagetti Western'lerle ünlü Sergio Leone'nin çoğu İtalyan bir ekiple, bir çok sahnesini Avrupa'da çektiği bir yapım. Hollywood'un yazılı olmayan kurallarının işlemediği, ahlak muhasebesi ve dersler içermeyen, duygusal olabildiği kadar sert de olabilen bir film. Nihayetinde unutulmaz müzikleri ve Robert de Niro'lu kadrosuyla da çoktan klasikler arasında yerini almış durumda.
 

iyi seyirler

Children of Men

Her Gün Yeni Bir Kıyamet

Children of Men
Gerçek bir kaos ortamının içine düştüğümüz bu tarihsel kesitte, karamsarlığa kapılmayanımız artık yok gibi. Dünyanın kendisi bir kara ütopya haline gelmişken, yeni distopyaların bilinmez bir gelecekte geçmesine de gerek kalmadı. Tarihin en büyük krizlerinden birine şahitlik yaptığımız bu ortam, 1984'ün ultra-totaliter dünyasından izler taşısa da, bu tarz distopik öngörüler globalleşmenin kırbacı ile beli bükülmüş toplum sistemlerini tam olarak açıklayamıyor. Her gün yeni bir paradoksun içine düşen yaşam deneyimlerimiz, olsa olsa Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya'sı ile Mad Max'in çılgın bir sentezi olabilir. Ancak tüm sistemlerde bir kırılma yaşanması ve yeni bir evreye geçilmesi, bugünün soğuk savaş dönemine ait senaryolarla açıklanamayacağını, taze bakış açılarının geliştirilmesi gerektiğini daha kuvvetli hissettiriyor.
Yeni sistem Jean Baudrillard gibi düşünürlerin başını çektiği kuramsal çalışmalarla yeniden anlaşılmaya çalışılırken, sinemada bu tarz yeni perspektiflere daha seyrek rastlanıyor. İşte bu nadir örneklerin belki de en mütevazısı, ancak bir o kadar da güçlü olanı Meksikalı bir yönetmenin zekanın basitlikte yattığını kanıtlayan senaryosu tarafından gerçekleştirildi. Alfonso Cuoran'ın 2006 tarihli Children of Men'i bir taraftan distopik sinemaya nane ferahlığında bir soluk getirirken, diğer taraftan gün geçtikçe savaşlara teslim olan bu kara parçasının kuvvetle muhtemel geleceğini tasvir etti.
Children of Men
Fazla uzak olmayan bir gelecekte; 2027'nin Londra'sında geçen hikaye, bugünün aba altından sopa gösteren sistemini bir adım daha öteye taşıyarak, şiddetin, karmaşanın ve kıyımın nasıl sistematik hale getirildiğini gözler önüne seriyor. Cuoran'ın 2027'deki dünyası bu anlamda günümüzden çok da farklı değil. Yalnızca yaşananlar iyice çığırından çıkmış, şiddet gündelik yaşamın bir parçası haline gelmiş. Dünya çöküşün eşiğinde; tüm entropi kurguları gerçekleşmiş. Tek bir farkla: Dünya bugün yaşadığımız halinden çok daha kuru, çok daha renksiz. Tıpkı üzerinde hayatı anımsatacak tek bir canlı parçasının kalmadığı bir çöl gibi. Ancak bu dünya bir çöl kadar sessiz ve ölümcül bir huzura sahip değil. Aksine her geçen gün yeni bir bombanın patlaması, yepyeni cinayetlerin işlenmesi, göçmenler üzerinde farklı işkencelerin uygulanması an meselesi. Çığlıkların, bomba seslerinin, yakarışların ve gözyaşlarının yüksek volümü içinde tek bir ses eksik: Çocukların sesleri.
Children of Men
2027'de kan var, şiddet var, kıyım var, zulümden kaçarken daha büyük bir gaddarlığa düşen göçmenler, mucize bekleyen, kendisine kaçacak delik arayan ya da tümden umudunu yitirmiş insanlar, sinizme bulanmış bir nihilizm var. Ancak çocuklar yok. İnsanlık kendi soyunu devam ettirebileceği doğurganlık yeteneğinden artık yoksun. Cuaron'a göre bunun nedenleri önemli değil; hormonlu gıdalar, nükleer silahlar ya da modern hayatın kendisi buna sebep olmuş olabilir. Doğa bu sefer büyük bir felaketle değil, gündelik yaşamda kendisini hiç hissettirmeden, bir hayalet sinsiliği ile öcünü almış. Dünyanın en genç insanı 18 yaşındaki Bebek Diego. Fakat bu unvan da artık bir başkasına geçmiş. Onun ölümünü haber veren televizyon yayını ile başlayan film, daha en başta o soğuk mavi tonu ve aktüel kamerası ile bizi bu terör ortamının içine atıveriyor. Clive Owen'in gerçek anlamda oyunculuğunu kanıtladığı Theodore Faron karakteri ile de ilk kez bu esnada karşılaşıyoruz. Donuk bakışlarla haberi izleyen, olaydan diğer insanlar kadar etkilenmediği her halinden belli olan Faron'a dair ilk ipucumuzu şimdiden elde ediyoruz: Her daim yanında taşıdığı kanyak şişesi, zoraki tıraşı, dağınık saçları ve bezgin yürüyüşü ile Faron, yaşadığı hayatı anlamsız ve saçma bulan, yaşam enerjisini yitirmiş, geçmişine gömülmüş bir karamsar. Bir ada olarak sığındığı eski hippi Jasper'in evi ve onun konukseverliği dışında onu tatmin edecek herhangi bir nokta yok. Sanki hayat onun için "bir an önce bitse de gitsek" dediği bir temsil. Michael Caine'in bugüne kadar canlandırdığı en renkli karakterlerden biri olan Jasper'la karşılaştırdığımızda, Faron daha genç olmasına karşın ondan daha yaşlı. Eski bir aktivist olduğunu öğreneceğimiz Faron, bu bağlamda 1968 sonrası yaşanan hayal kırıklığının vücuda gelmiş hali gibi. Aşka, duygulara, başkaldırı ve umuda olan inancını yitirmiş karakterimiz, bir bakıma yönetmen tarafından bugün sığınağa çekilmiş muhalif kültüre ince bir eleştiri.

Bomba Seslerine Ninni Karışınca...

Children of Men
Bununla birlikte Faron'u yeniden harekete geçirecek olan umut, onun yine geçmişinin bir parçasından geliyor. Bunca gürültünün arasında hala sesini yükseltmeye devam eden eski karısı, sistem karşıtı Fish grubunun başındaki isim olan Julian, Faron'a bir teklifle geliyor. Tüm dünyada yaşanan şiddet salgınından kaçıp Londra'ya sığınan göçmenlerin bir vatandaş olarak kabul edilmediği ve kategorik olarak insanlık dışı muamele gördüğü bu yeni ayrımcılık sistemi, faşizmin en sıradan hallerini gösteren yöntemler geliştirmiş. Bu güvenlik metotlarından biri de bölgeler arası bir tür vize uygulaması. Faron'un yapacağı iş, kaçak bir göçmen için geçiş kağıtlarının hazırlanması. Tüm hayatını sanat koleksiyonculuğuna adayan kuzeninden kolaylıkla sağlayacağı bu evraklar, aslında kendi öyküsünün dönüm noktası.
Aldığı evraklarla beraber Julian, siyahi göçmen Kee, aktivist gruptan Luke ve Miriam ile yola çıkan Faron için bu yalnızca eski karısı ile yeniden ilişkiye girebilme bahanesini veren bir görev. Ancak olaylar elbette ki beklenildiği gibi gelişmiyor. Bu zıt karakterleri bir araya getiren araba yolculuğu, bir grup isyancının öfke dolu eylemiyle kesintiye uğruyor. Tek planda gerçekleşen ve buna uygun bir kamera sistemi geliştirerek de sinema tekniklerine yenilik getiren bu sahne, büyük bir sürprize gebe. Yönetmen Cuoran Hollywood'un yıldız sisteminin altına neredeyse bir dinamit yerleştirip, Julianne Moore'un canlandırdığı Julian'ı filmden çekiyor; Julian motosikletli eylemcilerin kurşununa hedef olarak daha filmin ilk çeyreğinde can veriyor. Julian'ın ölümüne, Luke'un kendilerini takip eden polisleri vurması eklenince, işler Faron için bir anda umulmadık bir yere taşınıyor.
Children of Men
Bütün bu olanlardan bir sonraki gün kurtulacağını düşünüyor Faron. Yarın başka bir gün olacak, yine kasvetli evine dönecek, iç karartıcı işine devam edecek, yanından ayırmadığı içki şişesine sarılarak eski karısını yitirmenin acısını ölen çocuklarının yasına ekleyerek kendi sonunu bekleyecek. Bizler işlerin böyle gerçekleşmeyeceğini hissetsek de, Faron henüz neyle karşı karşıya olduğunun farkında değil. Onu gerçek anlamda kendisine getirecek, gerçekliğe yeniden dönmesini sağlayacak kişi, ilk başta yıldızlarının barışmadığı göçmen Kee. Bu kaçak siyah göçmen kız içinde tüm dünyanın dengesini bozacak bir sır taşıyor. Bu sır ise Kee'nin ne derin bir hakikate, ne de tüm ezberleri bozacak bir bilgiye sahip olmasından kaynaklanıyor. Onun kaynağı kendi vücudu, kadınlığına ait doğası. Kee bu cehennemi ortamı belki de sona erdirebilecek tek gerçeği; içinde bir çocuğu taşıyor. Ancak o ne bir azize, ne de Meryem gibi seçilmiş bir kişi. Hatta kutsallıkla kesinlikle uyuşmayacak bir işe sahip olduğunu hepimiz anlayabiliyoruz. Ama tüm bunların da bir önemi yok, tıpkı çocuğun kimden ve nasıl olduğuna dair soruların anlamsızlığı gibi. Önemli olan tek gerçek, Kee'nin İnsanlık Projesi'nin Yarın isimli gemisine yetişebilmesi. Ve Julian'ın da daha önce kendisine söylediğini öğrendiğimiz gibi, tek güvenebileceği kişi Theodore Faron.
Children of Men
Aslında Julian'ın Faron'u seçmek konusunda ne denli öngörülü olduğunu filmin bu aşamasında görüyoruz. İnsanlık Projesi için çalışan sistem karşıtı Fish grubu, neredeyse her politik grupta görülebilecek iktidar mücadelelerini, ayrımlaşma ve fraksiyonları içinde barındırıyor. Siyasi bir örgütün topluma karşı sorumluluğun nerede başlayıp nerede bittiğine yönelik bir etik tartışmayı başlatan ve bu konudaki kararını insandan yana koyan film, hiçbir fikrin insan yaşamından daha önemli olamayacağını Julian'a düzenlenmiş komplo aracılığıyla hissettiriyor. Ancak bu durum filmin muhalif grubu karalaması ve sağ gösterip soldan vurması anlamında değil, aksine filmin politik duruşunun sağlamlığı buradan geliyor. Daha en başta devletin nasıl sıkıştığı anda bomba patlatıp Fish'e suçu attığını Julian'ın ağzından öğreniyoruz. Kaldı ki filmin yarısından fazlasının devlet tarafından kafese kapatılan ve hayvan muamelesi gören göçmenler ile ilgili olması ve İnsanlık Projesi'nin kurtuluşu sağlayacak güç olarak gösterilmesi, bugün yaşanılanları reddetmeye ve bunlara yönelik tepki göstermeye bir çağrı. Ancak politik çıkarlar gibi hassas noktaları anımsatan, tedbiri elden bırakmayan bir çağrı.
Children of Men
Öte taraftan, Julian'ın Fish grubu mensupları tarafından politik çıkarlar uğruna öldürüldüğü gerçeğini öğrenen Faron'un Kee'yi onların elinden kurtarmak dışında başka bir seçeneği yok. Bundan böyle Kee Faron'un sorumluluğu altında. Miriam'ın da ortak olduğu bu kaçış, Jasper'ın çılgın planıyla nihayetine erecek ermesine, ama bu yolculuğu tamamlama konusunda herkes başarılı olamayacak. Plana gelince: Yarın gemisine yetişebilmek için mülteci kampına giriş yapmak. Kendilerini bir göçmen polisinin ellerine teslim eden Miriam, Kee ve Faron, Londra sokaklarında kafese kapatılıp kamplara sürülen göçmenlerle artık aynı kaderi paylaşıyor ve göçmenlerin nasıl bir mezbahaya gönderildiklerini kendi gözleriyle görüyorlar. Tüm uluslara mensup insanların bir arada yaşadığı bu kamplar dünyanın mikro kozmozu gibi. Askerlerin sahip oldukları iktidar ile sarhoş olup göçmenleri gerçek bir cehennemin ortasına atmaları, bugün Irak'ta yaşananlar düşünüldüğünde yerli yerine oturuyor. Mülteci kampı Londra'ya taşınmış daha büyük bir Ebu Garib sadece ve burada herkes düşman, herkes terörist. Tahakküm kurma temelinde işleyen sistemin bir taraftan şiddet, diğer taraftan paranoyayı üretmesi ve bunların birbirlerini sürekli olarak beslemeleri bugün yaşanan korku kültürünün en belirgin özelliğini zaten oluşturmuyor mu? Miriam gibi bir İngiliz bile bu şiddet, güç çatışması ve paranoya ortamında vatandaşlık haklarından mahrum kalıp, göçmenliğin ne anlama geldiğini her an yaşayabilir (ve yaşıyor).
Children of Men
18 yıllık bir aralıktan sonra doğan ilk bebek, işte bu ortamda dünyaya geliyor. Minik Dylan'ın ilk duyduğu sesler bombalar, tüfekler ve savaş uçaklarının çıkardığı dehşetli gürültü. Ancak tek bir insanın yapabildiklerini asla küçümsemeyin, bu bir bebek olsa bile. Bebek Dylan'ın sesi tüm o karmaşayı bastırıyor, tüm o silahlardan çok daha üstün olmayı başarabiliyor. Yüzyıl sinemasının en etkileyici sahnelerinden biri olarak sinema tarihine geçecek bu sahne, Dylan'ın küçük zaferini gösteriyor. Tüm silahların bir anda sustuğu, herkesin el birlik bebeği kurtarmak için hareket ettiği bu kutsal yürüyüş yaşanan şiddet ve düşmanlık ortamının yapaylığı ve ne kadar kolay çözülebileceğini göstermekle kalmıyor, midemizden kalbimize doğru bir hava akımı yaratarak bu gerçeği damarlarımıza dek hissetmemize neden oluyor. Bombalanmak üzere hedef alınan binadan Kee, Faron ve bebek kurtuluyor, ancak az önce yaşanan o büyülü ve mucizevi an hemen unutuluyor. Tıpkı bu karmaşa ve savaşın neden başladığının çoktan unutulduğu gibi.
Kahramanlarımız göçmen Marichka'nın yardımıyla açıldıkları denizde artık özgürler. Beklenen Yarın gelecek ve onları rahat edecekleri bir yere götürecek. Ancak bir eksikle; mücadeleye artık Kee ve küçük kızı devam edecek. Şimdi Faron'un dinlenme vakti; uzun süredir uyuyamayan kahramanımız huzurlu bir uykuya çekiliyor. Karısı ve oğlunun yanına gideceği bu tek kişilik yolculukta artık içi rahat.

-Son Umut / Children Of Men 2006 ABD, İngiltere
EN İYİ 250 FİLM: 195. SIRADA
IMDB Puanı: 8.1/10
Tür: Bilim Kurgu, Dram, Gizem, Macera
Yönetmen: Alfonso Cuarón
Müzik: John Tavener
Süre:1 saat 49 dk
Oyuncular: Clive Owen, Michael Caine,
Julianne Moore, Charlie Hunnam, Chiwetel Ejiofor,
Danny Huston, Pam Ferris, Peter Mullan
2027 yılında, Dünya gezegeninde insan üremesi son bulmuş ve son çocuk 19 yıl önce dünyaya gelmiştir. İnsanlar haklarından vazgeçip kendilerini hiçliğin kucağına bırakmış ve sonun geleceği zamanı beklemeye başlamıştır. Bir grup insan ise bu çaresizliğin içinde bir umut ışığı yaratabilmek için çaba gösterecek ve dünyayı tekrardan yaşanabilir kılmaya çalışacaktır…
Sıradışı konusu ve mükemmel kurgusuyla, tarihin en iyi filmleri arasına girmeyi başarmış bu yapım, izleyenlere bir filmden ötesini vaat ediyor.. Bilim Kurgu temasında, yüksek olasılıklı bir konuyu işleyen ve kesinlikle izlenmesi gereken filmlerden biri olan ve 3 dalda Oscar’a aday gösterilen Son Umut – Children Of Men filmini Hayatsal  olarak sizlere sunuyor ve yorumlarınızı bekliyoruz. İyi seyirler.

9

9 / Dokuz 2008-2009 ABD
IMDB Puanı: 7.0/10
Tür: Animasyon, Bilim Kurgu, Fantastik, Macera, Savaş
Yönetmen: Shane Acker
Yapımcı: Tim Burton, Timur Bekmambetov,
Jim Lemley, Dana Ginsburg
Müzik: Danny Elfman, Deborah Lurie
Süre: 1 saat 20 dk
Gösterim Tarihi: 02 Nisan 2010 (Türkiye)
Ülkemizde gösterim tarihi ertelenen ancak Tim Burton’un ustalığıyla ve konusuyla çok büyük övgüleri hak eden bir animasyon filmi. Aldığı IMDB puanı da bunun bir göstergesi. Filmin konusu şu şekilde ilerliyor;
İnsanlar ve makineler arasında geçen korkunç savaştan sonra dünya üzerinden insan ırkı silinmiştir. Dışı bezden yapılmış, parmak büyüklüğünde bir robot, 9 numara, kendisi gibi bezden yapılan ve rakamlarla numaralandırılmış diger bez robotlarla hayatta kalmaya çalışır. Bu numaralı garip robotcuklar varoluşlarını koruyabilmek için bir bilim adamın yarattığı korkunç “dev makinalarla” savaşmak zorunda kalacaklar.
Tanrı, varoluş, ruh ve gerçekçilik üzerine gerek sürekleyici hikayesiyle gerek mükemmel görselliğiyle muhteşem bir animasyon. Hayatsal olarak iyi seyirler diyor ve yorumlarınızı bekliyoruz.

Büyük Balık

-Büyük Balık / Big Fish 2003 ABD /
EN İYİ 250 FİLM: 203. SIRADA
IMDB Puanı: 8.1/10
Tür: Dram, Macera, Fantastik, Aile
Yönetmen: Tim Burton
Müzik: Danny Elfman
Süre:2 saat 5 dk
Oyuncular: Helena Bonham Carter, Marion Cotillard,
Miley Cyrus, Ewan McGregor, Steve Buscemi,
Alison Lohman, Danny DeVito, Missi Pyle
Will Bloom, babasıyla küs olarak 3 sene geçirmiştir. Onun ölüm döşeğinde olması nedeniyle evine ailesinin yanına gider ve babası Edward, oğluna gençlik hikayelerini inanılmaz bir heyecan ve fantastik tarzda anlatmaya başlar. Babasının ilginç ve bir o kadar da mucizevi hayatı Will’i oldukça etkileyecektir…
Tim Burton’un yönetmenliğini üstlendiği ve Oscar Ödülüne aday gösterilmiş bu yapım, mükemmel bir fantastik-dram deneyimi sunuyor. Hayatsal olarak iyi seyirler diyoruz.

Ölü Gelin


-Ölü Gelin / Corpse Bride 2005 ABD
IMDB Puanı: 7.5/10
Tür: Animasyon, Fantastik, Müzikal, Romantik
Yönetmen: Tim Burton, Mike Johnson
Müzik: Danny Elfman
Süre: 1 saat 16 dk
Oyuncular (Seslendirme): Johnny Depp,
Helena Bonham Carter, Emily Watson, Tracey Ullman
Victor, evlenmeye hazır olarak hissetmediği halde güzel Victoria ile evlenme kararı alırlar. Ancak, yaptığı bir yanlışlık sonucu yüzüğü Ölü Gelin’in parmağına takar. Bu olaydan sonra anında kendisini Ölüler Diyarında bulacaktır. Burada, dünyadakinden çok daha eğlenceli ve rahat vakit geçirmeye başlar ancak yine de sevgilisi Victoria’ya kavuşma hayallerinden vazgeçmez ve geri dönmek için çabalamaya başlar…
Tim Burton’un yapımcılık ve yönetmenliğini üstlendiği, Johnny Depp gibi ünlü isimlerin karakterlere ses verdiği bu animasyon-fantastik filmi her yaştan izleyiciye hitap eden bir yapım. Ayrıca Oscar ödüllerine aday olarak gösterildi.. Keyifle izleyeceğiniz bu filmi Hayatsal olarak sizlere sunuyor; iyi seyirler diyoruz.

Ed Wood


-Ed Wood 1994 ABD /
EN İYİ 250 FİLM: 216. SIRADA
IMDB Puanı: 8.1/10
Tür: Biyografi, Dram, Komedi
Yönetmen: Tim Burton
Oyuncular: Johnny Depp, Sarah Jessica Parker,
Bill Murray, Patricia Arquette,
Lisa Marie, Martin Landau
Müzik: Howard Shore
Süre: 2 saat 7 dk
Ed Wood adlı yönetmen, 1950′li yıllarda adını sıkça söz ettirmiş bir karakterdir. Çektiği filmlere ait düşük bütçeler ama orijinal yapımları onun en kötü yönetmen ünvanı almasına neden olmuştur. Ed Wood aslında büyük bir sinema yönetmeni olmasına rağmen, bu tarz filmleri geçimi için çekmek zorundadır. Aynı zamanda da hayallerini perdeye yansıtmaktadır.
Geçmişin konuşulan yönetmenlerinden Ed Wood Jr.’in yönetmenlik hayatının oldukça eğlenceli ve kimi zaman da dramatik şekilde anlatıldığı bu filmi; günümüzün usta yönetmenlerinden Tim Burton üstleniyor.. Ünlü oyuncu kadrosu ve mükemmel kurgusuyla  bu filmi Hayatsal olarak sizleretavsiye ediyoruz. İyi seyirler dileriz

Body of Lies (2008)


Türkçe Adı
Yalanlar üstüne

Gösterim Tarihi
19 Aralık 2008

Yapım : 2008

Ülke : Amerika

Tür : Aksiyon, Dram, Gerilim

Süre : 128 dakika

Resmi Site
Warner Bros. [us]

IMDB Puan : 7.1/10

imdb tt0758774

A.K.A
Chatter, House of Lies, World of Lies

Body of Lies Film Ekibi
Yönetmen
Ridley Scott
Senaryo
William Monahan
David Ignatius

Görüntü Yönetmeni
Alexander Witt

Müzik
Marc Streitenfeld
OyuncuRol
Leonardo DiCaprioRoger Ferris
Russell CroweEd Hoffman
Mark StrongHani Salaam
Golshifteh FarahaniAisha
Oscar IsaacBassam
Ali SulimanOmar Sadiki
Alon AbutbulAl-Saleem (as Alon Aboutboul)
Vince ColosimoSkip
Simon McBurneyGarland
Mehdi NebbouNizar
Michael GastonHoliday
Kais NashifMustafa Karami
Jamil KhouryMarwan (as Jameel Khoury)
Lubna AzabalKala - Aisha's sister
Ghali BenlafkihAisha's Nephew Rowley


Bilgi :O, ABD istihbaratının yeryüzündeki en iyi adamı, yakınındaki kimsenin hayatta kalamadığı, tehlikeli bölgelerde görev yapan bir ajandır. Roger Ferris (Leonardo DiCaprio) son gizli görevinde ifşa olan sahte kimliğinden başka kimliği olmayan, hayatını güvenli telefon hattının diğer ucundaki duygudan yoksun sese emanet etmiş biridir.

CIA'in kıdemli elemanı Ed Hoffman (Russell Crowe) lüks bir semtteki evinin oturma odasındaki dizüstü bilgisayarından, başının üzerinden geçen mermilerden korunmak için siper aldığı sırada dahi Ferris’in hareketlerini dikte ederek savaş yönetmektedir. Ortaya yeni çıkmış bir terörist lider, dünyanın en iyi istihbarat örgütlerini atlatarak dünya çapında bir bombalama kampanyası başlatmıştır. Onu kandırabilmek için, Ferris’in yeraltı finans örgütleri ve umutsuz şehitler arasına sızması, bunu yaparken de Ürdün Özel Operasyonlar Birliği’yle eğreti bir işbirliğine girmesi gerekecektir...

Görevi onu Irak, Ürdün, Washington ve Dubai arasında getirip götürecektir. Ama Ferris, hedefine yaklaştıkça, kendini aynalarla dolu bir koridorda gibi hissedecektir çünkü müttefikler ancak son aldatmacalarında olduğu kadar iyidirler, ve güven, tüm taktiklerin en tehlikelisidir.