Powered By Blogger

31 Ocak 2011 Pazartesi

Otomatik Portakal (Clockwork Orange)

Otomatik Portakal
Otomatik Portakal bugüne kadar hakkında en çok konuşulan filmler listesinde ilk ona  girebileceklerden biri. Hatta IMDB'ye göre tarihin en tehlikeli 25  filminden bir tanesi. Anthony Burgess'in Otomatik Portakal adlı  romanından uyarlanan film, içerdiği birçok cesur sahne ya da şiddet  gösterileri şeklinde yorumlanan çekimleri ile o kadar çok tartışıldı  ki, bazen eleştiriler yönetmenin dehasının ya da filmin asıl söyleminin  önüne geçebildi. Eleştiriler kimi zaman haklı olsa da, film aslında o  dönemin marjinal ruhunu yansıtıyordu. 1999 yılında kaybettiğimiz,  Hollywood'un görüp görebileceği en büyük auteur'lerden biri olan  Stanley Kubrick tarafından çekilen film, ABD'nin; daha doğrusu tüm  dünyanın kabuk değiştirdiği bir döneme rast geliyordu. 1971 gibi  gençlik hareketlerinin ve radikal bakış açılarının yükseldiği tarihsel  bir kesitte, Kubrick de dönemin ruhunu yakalayarak oldukça cesur bir  üslup benimsedi: Kendinden hiç ödün vermeyerek sinema tarihinin en  şiddetli ve en yıkıcı film örneklerinden birini yönetti.
Böylesi  bir giriş fazla "hızlı" bulunabilir: Ancak filmi izlememiş ya da  hakkında henüz yorum okumamış izleyiciler için ufak bir dipnotla  başlamak, filmin sadece bir şiddet gösterisi olduğunu ya da şiddeti  estetize ettiğini belirten eleştilerin önyargısını engellemek amacını  taşıyor. Otomotik Portakal'ın başrol koltuğunda tek başına şiddet  değil, onun eleştirisi de oturuyor: Bu kimi zaman bir sokak çetesinin  nedensiz bir şekilde gerçekleştirdiği şiddet, kimi zaman da devlet  eliyle sistematik bir şekilde yerine getirilen şiddet olsun; Otomatik  Portakal merkezine hep şiddetin eleştirisini alıyor. Ancak film ben  eleştiri yapıyorum diye kartlarını açık oynamadığından birçok  eleştirmenin kafasını karıştırıyor. Unuttukları nokta eleştiriyi  Kubrick'in yapıyor oluşu: Alaysı, üstü örtük, kimi zaman sinik ama her  zaman izleyiciyi zorlayan, rahatsız ve hatta şok edici..

Post-Endüstriyel Bir Toplumdan Siyah Beyaz Enstanteneler (!)

Otomatik Portakal
Otomatik  Portakal İngiltere'de, ileriki bir tarihte, sanayi sonrası bir  uygarlığın distopik manzaralar sunan dünyasında geçiyor. Ancak distopik  dememize bakmayın, bu dünya isminin çağrıştırdığı gibi kara değil. Tam  aksine bembeyaz, herşey aseptik süreçlerden geçirilmiş ve hijyen  kazanmış. Bu kadar beyaz ve temiz bir dünyaya siyahını veren ise gece  karanlıkta ortaya çıkan ahlakı bozuk, hiçbir kurala ve inanca bağlı  olmayan sokak çeteleri. Tıpkı Doktor Jeykıll'ın Mr. Hyde'a dönüşmesi  gibi gündüz bir saat gibi işleyen sistemin içinden geceleri korkunç  sokak çeteleri çıkıyor. Masum insanlara hiç olmadık şekillerde ve  durduk yere, nedensizce uygulanan şiddet bu son derece gelişmiş  toplumun ve tıkır tıkır işleyen sistemin üstüne kara bulutlar gibi  çöküyor.
İşte  bu şiddet uygulayıcılarından biri de başını Alex'in (Malcolm McDowell)  çektiği sokak çetesi. Her gece gittikleri barda bıçaklı süt adını  verdikleri beyaz içkilerini içtikten sonra, 19. yüzyılın ilerici  burjuvalarının korkunç parodisini yansıtan beyaz kostümleri ile sokağa  çıkıp "o günün talihlisini" arıyorlar. Onların ayak seslerini duyanlar  birer birer evlerine kaçışıyor, sokak kapılarını kilitliyor,  kepenklerini sımsıkı örtüyor ve sıcak sarı odalarında televizyonlarını  izleyerek sokaktaki gerçeklikten kendilerini soyutladıklarını  düşünüyorlar. Halbuki yarınki talihli onlar olabilir, Alex'in  bastonunun kimin kafasına ineceği hiç belli olmaz. Bu kimi zaman  oldukça yaşlı bir sokak insanı oluyor, kimi zaman bir kadın ve hatta  bir çocuk. Nefes alan herhangi bir canlı Alex ve çetesinin şiddet  uygulaması için yeterli.
Otomatik Portakal
Gördüğümüz en marjinal  anti-kahramanlardan biri olan Alex'in kendisine örnek aldığı şahsiyet  ise modernitenin yine en marjinal isimlerinden biri olan Ludwig  Beethoven. Bu dahi müzisyenin kendi döneminde bir çılgın sayılması  dışında Alex ile arasında bir benzerlik kurmak çok zor. Ama filmlerinde  müziğe çok önem veren ve müziği anlatısının en önemli bileşenlerinden  biri haline getiren Kubrick'in Beethoven'ı kitaptakinin aksine bu denli  vurgulaması tesadüf olmasa gerek. Modernitenin ve proje olarak modern  değerlerin bir simgesi konumunda olan Beethoven, belki de Alex'in  çelişkilerle dolu kişiliğini tamamlayan en önemli ipucu. Alex  özgürlük,eşitlik ve kardeşlik söyleminin savunucusu Beethoven'ın  tersine döndürülmüş hali gibi. Hümanitenin, ahlaki değerlerin ve  kodların tam karşı kutbunda yer alan, daha doğru bir deyişle herhangi  bir kutupta yer almayıp oyununu kaygan zeminde sahneleyen Alex,  Beethoven'ı tutkuyla dinliyor. Onu dinlerken kendinden geçiyor, kapalı  gözlerinin ardında gördükleri ise kanlı dövüşmeler, ırza geçişler,  kıyımlar.. Hatta Alex Beethoven ile girdiği bu "gündüz düşleri"ni,  geceleri masumların kabusları olarak gerçekleştiriyor. Filmin en çok  tartışılan sekanslarından biri olan ünlü tecavüz sahnesinde Alex ve  çetesi Beethoven'ın Kardeşliğe Çağrı-Dokuzuncu Senfonisi eşliğinde bir  kadına tecavüz ediyorlar. Slow motion çekimlerle beraber müziğin  senkronizasyonu ve görüntünün içeriği, bu sahnenin çoğu kişi tarafından  şiddetin estetiği olarak yorumlanmasına yol açmıştı. Daha çok Antonin  Artaud'nun vahşet tiyarosundaki bir oyunu andıran bu sekans bütün  olarak Kubrick filmografisini ele aldığımızda anlam kazanıyor. Üstat  Kubrick, birbirinden zıt öğeleri aynı sahne içinde kullanarak  izleyiciyi olaydan yabancılaştırıyor, hem de eşine az rastlanır bir  ironi yaratıyor. Kubrick cinsellik ve şiddet gibi insanın varoluşundan  itibaren içinde taşıdığı içgüdüleri sorgulayarak, bu temalar üzerinden  gerçekleştirdiği ironinin tüm filmin ruhuna işlemesini sağlıyor .

Şiddet Devletin Ellerinde...

Otomatik Portakal
Sokaklara şiddet saçan, gecelerin korkulu rüyası bu çetede de işler her  zaman yolunda gitmiyor. Aslında filmin doruk noktası sayılacak yazarın  evine yapılan ziyaret (!) sahnesi çetenin içindeki çözülmelerin de  başlangıcı gibi. Kendisi ile ilgilenmek üzere atanan sosyal görevliyi  ve ailesini "uslu durduğu" yalanları ile kandıran ancak günlerini seks  ve şiddetle geçiren Alex bir gece arkadaşları ile şehir dışındaki bir  evin kapılarına dayanır. Bastıkları evde "Otomatik Portakal" isimli  kitabın yazarı Alexander (Patrick Magee) ve eşi (Adrienne Corri)  yaşamaktadır. Yazarı çok kötü bir şekilde döven çete kadına tecavüz  eder. Hatta Alex'in eline geçirdiği Beethoven heykelciği ile kadının  peşinden koşma sahnesi manidardır. O ana kadar böylesi hümanist bir  müziği dinleyen Alex için taşıdığımız o minnacık ümit parçası dağılıp  gider. Beethoven Alex'in elinde sadizme özgü fantastik bir şiddet aracı  haline gelir.
O  günden sonra çete içindeki rüştünü üspatladığını düşünen Alex, kendi  arkadaşlarına da emirler yağdırmaya ve onları aşağılamaya başlar. Ancak  çetenin diğer elemanları buna katlanamayacaklardır. Pete, Georgie ve  Aptalof üçlüsü Alex'in karşısına dikilir ve Alex önderliğinde  uyguladıkları şiddeti şimdi bizzat Alex'e yöneltirler. Eski çetesinden  sıkı bir dayak yiyen Alex'in talihi tersine dönmeye başlar. Daha önceki  kurbanları ile de karşılaşan Alex çocuğundan yaşlısına tartaklanır ve  dövülür. Bu durum eski şiddet kurbanlarının Alex'ten aldıkları intikam  gibi gözükse de, aslında Kubrick'in derdi başkadır. Sanayi sonrasının  gelişmiş toplumunda şiddet herkesin içine işlemiştir.
Otomatik Portakal
Olayların  tamamen Alex'in aleyhine değişmesi sonucu, o güne kadar yasadan hep  paçasını kurtaran Alex cezaevine düşer. Hapisten bir an önce çıkmayı  planlayan Alex iyi çocuk rolünü oynamaya başlar. Tanıştığı rahibi  kendisinin uslandığı konusunda ikna etmeye çalışan Alex'in aklında ise  hep şiddet hayalleri vardır. Elinde kutsal kitap İncil ile dine döndüğü  düşünülen Alex, o sırada İsa'nın nasıl da kanlı bir şekilde çarmıha  gerildiğini düşünürek kendinden geçiyordur. Hapis Alex gibiler için  kesinlikle bir ıslah yeri değildir. Hapisten çıkacakları gün yine  şiddet yüklenmiş bir şekilde sokaklara geri döneceklerdir. Sistemin bu  konudaki açmazını bilen devlet görevlileri de artık taktik  değiştirmiştir. Toplumun içinde bir ur gibi büyüyen bu şiddet yanlısı  suçluları hapishanelere sokup çıkarmak, herhangi bir sonuç getirmez.  Sorunu temelden çözmeye niyetli olan devlet, hapsetmek yoluyla değil,  suçluları "topluma kazandırmak" yoluyla ehlileştirmeye çalışacaktır.  Ancak devletin bu programı henüz plan aşamasındadır ve uygulamaya  konulması için bir deneğe ihtiyaç vardır.
Hapishaneden  ne olursa olsun çıkmayı kafasına koymuş Alex, yeni geliştirilen  iyileşme programına katılmaya aday olur. Program hakkında hiçbir  bilgisi olmayan Alex, programı geliştirenler için biçilmiş kaftandır.  Alex bu şiddetten tiksindirme operasyonunda savaş, toplu kıyım,  tecavüz, dövüş gibi her türlü şiddet öğesini içeren sahneleri  izleyeceğini düşünüp sevinirken, birbiri ardına gelen bu insanın başını  döndürücü sahneler (verilen ilaçların etkisiyle) onun gibi bir şiddet  tutkununu bile rahatsız edecektir. Alex'in bağlandığı mekanizmada  gözünü bile kırpmadan izlemek zorunda kaldığı görüntüleri kullanarak  Kubrick terapiye izleyiciyi de dahil eder. Alex ile özdeşleşmemiz daha  önce mümkün değilken, gördüğü bu işkence ile Alex'in yavaş yavaş bir  kurbana dönüştüğüne tanıklık eder ve onun konumundan terapiye ortak  ediliriz. Şiddet artık devletin tekelindedir ve işkenceyi en doğal  hakkıymışçasına uygular.
Otomatik Portakal
Alex,  programı başarıyla tamamlayınca özgür bırakılır, ancak hiçbir şey  hayalini kurduğu gibi olmaz. Çıkar çıkmaz şiddet uygulamayı düşleyen  Alex'in, artık en küçük bir şiddet sahnesinde midesi bulanır, kusmaya  başlar ve hastalanır. Ayrıca dışarıya çıktığında yaşayacağı tek şok bu  değildir. Ailesi oğullarını unutmayı seçmiş ve kendilerine Alex'in  yerine bir oğul edinmiştir. Kendisini döven ve ispiyonlayan eski çete  arkadaşları artık birer polistir. Şiddet güdülerini artık resmi  yollardan tatmin etmektedirler. Bu arada karısı tecavüz olayından sonra  ölen yazar Alexander da Alex'in peşindedir. Sanki geçmişindeki herkes  ona karşı birleşmiş, müttefik kuvvetler olarak taaruza  hazırlanmaktadır. Alex ise kendisini savunma aracından yoksun  bırakılmıştır, kendisini savunmaya çalışsa dahi hastalanmaktadır.  Sonuçta onu arayan yazar Alex'i bir yerde kıstırır, onu kaçırır ve  intikamını almaya çalışır. Ancak Alex kendisini savunamaz ve bu aciz  durumuna daha fazla katlanamaz; çareyi kaçırıldığı evin penceresinden  atlamakta bulur.
Gözlerini açtığı hastanede  başkan dahil büyük devlet görevlileri baş ucunda uyanmasını  beklemektedir. Sistem bir kez daha çuvallamıştır. Şiddeti engelleme  yolunda yapılan girişim bir kez daha başarısızlıkla sonuçlanmıştır.  Alex'in vücudu tiksindirme terapisinden temizlenmiş, eski haline  kavuşturulmuştur. O artık devlet görevlilerinin elini sıkmak için  yarışa girdiği, basının fotoğraflamak için canhıraş ettiği bir kahraman  olmuştur. Ve yeniden sokaklara çıkmaya hazırdır.
Otomatik Portakal
Otomatik  portakalın orijinal ismi "clockwork orange" İngilizce'deki "queer as a  clockwork orange" deyiminden geliyor. Görülebilecek en tuhaf  davranışları sergileyen ve başkaları tarafından yönlendirilen kişi  anlamında kullanılan bu deyim, belki de Alex'in kişiliğinin özünü  oluşturuyor: Otomatikleşmiş bir canlı, makineleşmiş insan. Anthony  Burgess totaliter bir rejimi anlattığı romanında makineleşmiş insanı  komünist toplumlar için bir imge olarak kullanıyordu. Ancak Kubrick bu  imgeyi aynen alarak totaliter rejimi post kapitalist bir tüketim  toplumu olan gelecekteki İngiltere'nin topraklarına yerleştirdi.  Elbetteki Kubrick'in seçimi oldukça bilinçli bir tercih ancak tersi de  olsa sonuç onun için değişmez. Her sistem kendi şiddet metodlarını ve  araçlarını geliştirecek. Çünkü her sistem insanlar tarafından  yaratılmakta ve insanlar varolduğu sürece şiddet de varolacak. Şiddetin  her insanda varolan bir içgüdü olduğunu varsayarken bile Kubrick onun  yine de en ilkel yanımızı teşkil ettiğinin altını çiziyor. Ama şiddeti  nihai olarak nasıl ortadan kaldıracağımıza dair bir çözüm getirmiyor ve  getirmek de zaten onun işi değil. Filmi izlediğimizde özgürlüğümüzü  yitirmemiz pahasına vazgeçemediğimiz şiddetin bizim genlerimize işlemiş  bir kod olduğunu düşünebiliriz ancak filmin genel düşüncesi  özgürlüğümüzün ancak "seçimlerle" gerçekleşen bir süreç olduğunu  vurguluyor. Bu yüzden Louis Bunuel'in sözlerine kulak vermeden geçmemek  gerek: "Otomatik  Portakal yeni favorim. Hakkında olumsuz çok şey duymuştum. Ama  izledikten sonra fark ettim ki, modern dünyanın gerçekte ne olduğunu  gösteren tek film bu.."


Sinemalar.com Puanı: 6.9/10
IMDB Puanı: 8.5/10
Yapım: 1971 ~ ABDİngiltere
Tür: Bilim KurguDramGerilimPsikolojikSuç
Yönetmen: Stanley Kubrick
Senaryo: Stanley Kubrick
Senaryo (Kitap): Anthony Burgess
Görüntü Yönetmeni: John Alcott
Görüntü Yönetmeni: Wendy Carlos
Süre: 2 saat 16 dk
Gösterim Tarihi: 15 Mart 1996 (Türkiye)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder