Powered By Blogger

31 Ocak 2011 Pazartesi

Persona

"Gerçeklik bizimle dalga geçer ve hepimiz sonuna kadar onu oynamak zorundayız."

Persona
Gerçeğin peşinden koşan bir hümanist, sanatını anlaşılmamak değil, karşılıklı anlayışın gelişmesi için kullanan bir sinema adamı, çocuksu bir naiflikle kışkırtırcı eleştiriselliği içselleştirmiş ilerici bir sanatçı. Bahsettiğimiz kişi geçtiğimiz günlerde yatağında sessiz sedasız hayata veda eden ustaların ustası Ingmar Bergman'dan başkası değil. Sineması üzerine tezler yazılan, üslubu araştırmalara konu olan bir sinemacıyı bu kısacık satırlara sığdırmak imkansız, ama onu anlamak ve önünde saygıyla eğilmek için başyapıtı Persona'ya dair birkaç şey söyleyebiliriz.

Suskunluk ruhsal bir seçimse...

 

Persona
Dışavurumcu bir müzikle projektör aygıtından patlayan kör edici bir ışık. Sinemanın çocukluk dönemlerine ait bir korku filminden kısa sahneler. Ele çakılan bir çivi, hastane morgunda yatan ölüler, cılız bir erkek çocuğu ve birbirinin görüntüsüne karışan iki kadın yüzü. Geleneksel anlatıyı yerle bir eden bu sahneler Bergman'ın Persona'da izleyiciyi nasıl bir filmle karşı karşıya bıraktığının ipucudur. O güne kadar yapılmış avangard filmlerin muazzam bir sentezini sunan Persona'da Bunuel'in gerçeküstüsünü ya da ekspresyonist sinemanın görsel tarzını, Fransız liriklerinin mizansenlerini veyahut romantiklerin aydınlatmasını bulabilirsiniz. Ama o her şeyden önce insana; özelde birbirinden farklı iki kadına ve "insanın (özelde Bergman'ın) bitip tükenmeyen gerçek arayışı"na dair bir öyküdür.
Persona
İki kadın: Biri sahne ışıklarının altında ışıl ışıl parlayan bir aktris, diğeri çiçeği burnunda bir hemşire. Sahnede "Elektra"yı oynarken bir anda susan ve birden gülmeye başlayan Elisabeth ile çocuksu, açık kalpli ve konuşkan Alma. Bir psikiyatri kliniğinde görev yapan Alma, kliniğin en önemli "hastası" Elisabeth'ten sorumlu hemşire olarak atanır. Sanki olacaklar içine doğuyormuş gibi başta bu görevi kabul etmek istemez, Elisabeth'in daha deneyimli bir hemşireye ihtiyacı olduğunu düşünür. Oysa Alma'nın Elisabeth ile ilgili ilk izlenimini belki de onun sandığından daha deneyimli olduğunu gösterir: "Çocuksu bir yüzü var ama gözlerine baktığınızda sert bakışları ile karşılaşıyorsunuz."
Persona
İlginç olan Elisabeth'in herhangi bir ruhsal bir problemi olmadığıdır. Histerik ya da depresif değildir. Sadece susar ve izler. Çok nadir tepki gösterir. Alma'nın onu eğlendirmek için açtığı radyodaki merhamet temalı piyesi bir anda sinirlenip kapatır. Yalnız kaldığında ve karanlıkta ağlayabilir ancak. Sanki kendine ait bir dünyada yaşamakta ve suskunluğundan zevk almaktadır. Hatta suskunluğu ile Alma'nın saygısını kazanır; genç hemşire kendisinden beklenmeyen biçimde onun suskunluğunun bir seçim olduğunu savunur. Oysa Elisabeth o sonsuz sakinliğini her zaman koruyamaz. Televizyonda izlediği o korkunç görüntü kendisini rahatsız eder. Yanan bir adamı baştan sona tüm çıplaklığıyla gösteren televizyon gerçekliği Elisabeth'i korkutur; gerçeğe, ölümün korkunç yüzüne  tahammül edemez. Ya da kocasından gelen mektup ve mektubun içindeki çocuk fotoğrafını görmezden gelmek ister. Gerçeklik onun sığındığı kabuğu tehdit eden  bir fırtınadır. Onun "dış gerçeklikten kaçarak gerçeğe ulaşacağı fantazması" daha filmin en başında bizlere duyurulur. Başhekime göre Elisabeth'in hastanede kalmasına gerek yoktur. O herkesi kandırabilir ama başhekimi değil. Filmin sinema tarihine geçmiş o ünlü monologunda doktorun sözleri aslında, yönetmenin filmin ana teması hakkında izleyici ile diyaloga geçişidir: Elisabeth sığınaklar arar, ama bir o kadar da kendi gerçekliğinin anlaşılmasını ister. Persona isimli o toplumsal maskenin ardındaki gerçek yüzünün ortaya çıkarılması için büyük bir açlık duyar, ancak kendi oyununu sürdürmek zorundadır. Onun problemi tamamen varoluşsaldır.

"Varolmak denilen o umutsuz düş"

Persona
Derin derin düşünmeye gerek yok: Alma'nın hayata yaklaşımı işte budur. Varolmak üzerine felsefi sorgulamalar yapan Elisabeth'in tersine, Alma yaşamı fazla ciddiye almamaktan yanadır. Olaylara karşı daha yüzeysel yaklaşır. Nişanlısı Karl-Henrik'le evlenecek ve bir aile sahibi olacaktır. Önemli olan mutlu olmaktır ve bunun ötesinde de bir hakikat yoktur. Alma varoluşsal kaygılar gütmez, yaşamı o anda hisseder ve yaşar. Karamsar ve iç karartıcı düşünceler onun uzağındadır. Hatta bu tarz düşünceleri sevmez, onlara inatla karşı çıkar. Yaşamın bir oyun olmadığını düşünür, önemli olan yaşamda birşeylere inanmaktır. Alma konuşur, güler, ağlar, kızar; Elisabeth yalnızca susar ve gülümseyerek izler onu.
Hastaneden çıkıp beraber gittikleri yazlık evde Alma, Elisabeth'i yaşama döndürmeye başlamıştır. Yemek yapıp beraber yerler, denize girerler, kırlarda dolaşırlar ve şarap içerler. Alma, hep konuşur. Elisabeth'e kendi yaşamını anlatır. Tek taraflı devam eden bu sohbet bir süre sonra Alma için bir terapi halini alır. Hayatındaki misyonu insanları dinlemek ve onlara yardım etmek olan Alma, belki de ilk kez bu denli dinleniyordur. Bu nedenle içinde kalmış, kimselere anlatamadığı gizlerini bir bir döker, içinden geldiği gibi davranır. Elisabeth'in yanında sonsuz bir rahatlık ve özgürlük hisseder. Elisabeth'i tedavi etmek için geldikleri tatil Alma'nın kendisini bulması için düzenlenmiş bir rehabilitasyondur sanki. Yağmurlu bir gecede anlattığı o ilginç hikaye ve birbirini izleyen itiraflar iki kadını birbirine daha da yaklaştırır. Öyle ki Elisabeth Alma'nın hiç sahip olamadığı kız kardeşi, belki de "ikizi" olmuştur artık.
Persona
Bir anne gibi Alma'yı kucaklayan Elisabeth'in giderek normale döndüğünü görürüz. Alma'nın sevgi dolu yapısı onun hayattan zevk alabilmesini kolaylaştırmaktadır. Etrafına huzurlu gözlerle bakar Elisabeth, susmak belki de gerçekten onun tercihidir ve sadece saygı duyulabilir bu seçime. Elisabeth Alma'dan ne kadar etkileniyorsa, Alma da o kadar benzemeye başlar Elisabeth'e. Uzun itiraflar ve ağlama nöbetinden sonra Elisabeth'in kendisiyle konuştuğunu duyan Alma o düşsel geceden sonra "ikisinin aynı insan olduğu"na karar vermiştir bile. Elisabeth'in hayatına girmesiyle birlikte, yaşamı olduğu gibi kucaklayan Alma "benlik" üzerine soru işaretlerine kapılacaktır. Kendi inançlarına hiç uymayan edimlerde bulunmuş bir insan karakter bölünmesi mi yaşar? Farklı iki ruhu aynı bedende taşımak mümkün müdür? "İnsan aynı anda tek ve ayrı insan olabilir mi?" Halbuki bu sorular Elisabeth'in suskunluğunun ardındaki cevaplardır ve Alma çözüme gerçekten de çok yaklaşmıştır.

Ötekinin Laneti

Persona
Her şey mükemmel gitmektedir. İki kadın kendilerini bulmaları için birbirlerine gönderilmiş birer lütuftur. Elisabeth elindeki saf cevherin değerini çok iyi biliyor gibidir, şefkatle sever ve okşar onu. Alma ise şimdiye kadar böylesine güçlü ve heyecan dolu hissetmemiştir kendisini, Elisabeth bir pırlantadır onun için; son derece parlak, göz alıcı ve ulaşılmaz. Ancak kendini bulmak denilen o uzun yol mutlu saatlerin ardından karanlık günlere gebedir her zaman. Elisabeth'in Alma'ya göndermesi için verdiği mektup sorunların patlak verdiği ilk duraktır. Zarfı açık bulan Alma, Elisabeth'in kendisiyle ilgili düşüncelerini okuyunca bir an dursaksar, ardından kelimenin tam anlamıyla deliye döner. Bunca zamandır Elisabeth'e bir piyes sunduğunu, yıllardır sahnelerde göz kamaştıran bir aktrisin neredeyse kuklası olduğunu görmek Alma'nın hoşuna gitmeyecektir. Çocuksu bulunmak hiç hoşuna gitmez. Elisabeth'in canını acıtmak, kendisinin duyduğu acı ve düşkırıklığını ona yaşatmak ister. Kırdığı bardağın Elisabeth'in ayağına batmasına izin verir. Camın arkasından onun acı dolu yüzünü soğukkanlılıkla izler. Ve bu noktada Bergman devreye girer. Film yanmaya başlar, o uğursuz müzik yeniden duyulur. Aslında yönetmen bize artık başka bir gerçeklik düzlemine geçtiğimize, gerçek ile fantazma arasındaki kırılma noktasına işaret etmektedir.
Filmin ikinci devresi diyebileceğimiz bu aşamada Alma gittikçe hırçınlaşır, şımarık ve huysuz çocuklar gibi davranır. Elisabeth'in istifini bozmaması ve sakinliğini koruması onu deli eder. Elisabeth'i konuşmaya zorlar, ona saldırır ve işi şiddet uygulamaya bile vardırır. Bu sonsuz sessizlik sinirlerini bozuyordur, artık monologlar değil, iki kişilik bir oyun istiyordur. Alma'yı bu denli kahreden aslında "başkalarının gözlerinden kendisini görmek"tir. O ana kadar mutlu ve huzurlu olduğunu düşünen Alma'nın, kendi benliğiyle ilgili hakikatleri duymak, hele bunları model aldığı "ikizinden" öğrenmek canını çok yakmıştır. Elisabeth o saatten sonra artık onun ruh eşi değildir. Artık birbirlerinin yalnızca "korkunç ötekisi" olabilirler.
Ve öyle de olurlar. Gerçek ile faztazma arasındaki sınır yok olukça, iki kadının kişilikleri arasındaki sınırlarda belirsizleşir. Elisabeth nasıl Alma'ya ayna tuttuysa, şimdi gerçeklerden bahsetme sırası Alma'dadır. İki kadın arasında çıkan şiddetli kavga sonucunda Alma Elisabeth'in sırrına bir anda vakıf olur: Yediği tokat üzerine Alma'ya küçümseyici bakışlarla bakan ve ona gülmeye başlayan Elisabeth kibirlidir. Suskunluğunun bir parçası onun narsistik karakerinden kaynaklanmaktadır. O güne kadar mükemmelliğinden ödün vermeyen Elisabeth'in dev aynasını Alma paramparça edecektir. Kibirli ve içinin kokuşmuş olduğunu söylediğinde delirme sırası Elisabeth'e geçer. Ötekisinin, lanetli ikizinin ona söylediği bu sözleri affedemez.
Persona
Oysa Elisabeth'in hep beklediği an gelmiştir. Taktığı maskeler düşmüştür artık, hayatta ilk defa onu gerçek anlamda tanıyan bir insanı kendi özeline dahil etmiştir. Bu Elisabeth'in kapıları açtığı andır: Alma onun hep olmak istediği, düşlediği karakterdir. Tüm sıradanlığı ve çocuksuluğuna rağmen küçük hemşire, artık onun alter-egosuna dönüşür. Söyleyemediği sözleri düşsel evrende Alma'ya söyletir. Kocasını ne denli sevdiğini ve özlediğini ancak Alma'nın sözleriyle duyarız. Ancak Alma buna daha fazla katlanamaz. Artık gerçeklerden bahsetme vakti gelmiştir. Sinema tarihinin unutulmaz sahnelerinden biri olan Alma'nın Elisabeth'le yaptığı son konuşma oyuncunun gizemini çözecektir. İki kere farklı açılardan üst üste gelen ve bir tür dejavu hissiyatı yaratan sahne Elisabeth'in oğluyla olan ilişkisi üzerinedir. Elisabeth'in elinde oğlunun fotoğrafını saklaması üzerine Alma donuk bir ses tonuyla "bu önemli, bunu konuşmalıyız" der. Ardından Elisabeth'in nasıl hamile kaldığını, hamililikten duyduğu korku ve pişmanlığı, oğlunu doğurmak istememesini, ondan nasıl yavaş yavaş nefret ettiğini bir bir sayar. Elisabeth'in söyleyemediği sözler, son kez Alma tarafından izleyiciye duyurulur. Bu sırada kamera adım adım Elisabeth'e yaklaşır, onun gerçek karşısındaki tutumunu gösterir. Bütün film boyunca yalnız mimik ve ifadelerle oyunculuğunu konuşturan Liv Ullman'ın canlandırdığı Elisabeth kendi gizemini Alma'nın sözleriyle çözmüştür. Alma'nın sözlerine dayanamaz, olduğu yerde kıvranır ama bunun son bulmasını ister. Ama yine de gerçeği kabullenemez. Belki de en fazla  Alma'nın  hiçbir zaman onun gibi bir insan olmayacağı gerçeği kalbini kırar.
Persona
Bütün gerçekler ortaya konulmuştur. İkinci bir kırılma anıyla düşsel evrenden çıkılmış ve gerçekliğe dönülmüştür. Peki şimdi ne olacaktır? Elisabeth her zaman yaptığı gibi gerçekten kaçar ama bu kez dağ başına değil, parlak spot ışıklarının altındaki yanılsama dünyasına. Alma ise yeniden hemşire kıyafetlerini giyer ve etrafı toplayarak herşeyi geldiklerindeki şekline sokar.
Evet film iki kadın hakkındadır. Parçalanmış benliklerini bütünleştirmeye, fragmanlaşmış gerçeklerini tamamlamaya çalışan iki kadın. Psikanalizin sularında ve gerçek nedir sorusunun etrafında dolanan Bergman'ın 1966 tarihli başyapıtını daha sonra David Lynch sineması izleyecektir. Modern öznenin kırılganlığı ve çift ruhlu karakteri üzerine çekilmiş en iyi filmlerden biridir Persona. Üzerine daha çok methiye yazılabilir. Ama Bergman tüm mütevaziliğiyle filmini Alma'nın kendi yaşamı için ettiği sözlerle özetler sanki: "Sıradan bir öykü işte, o kadar."

Sinemalar.com Puanı: 6.1/10
IMDB Puanı: 8.1/10
Yapım: 1966 ~ İsveç
Tür: Dram
Yönetmen: Ingmar Bergman
Senaryo: Ingmar Bergman
Yapımcı: Ingmar Bergman
Görüntü Yönetmeni: Sven Nykvist
Görüntü Yönetmeni: Lars Johan Werle
Süre: 1 saat 25 dk
Gösterim Tarihi: 16 Mart 1967 (Türkiye)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder