Powered By Blogger

31 Ocak 2011 Pazartesi

Days of Heaven

Yeryüzünde Bir Cennet

Days of Heaven
Fransız sinema kuramcısı Alexandre Astruc vakti zamanında sinemanın bir dil olduğunu, nasıl ki edebiyatın dili kelimelerden oluşuyorsa, sinemanın dilinin de görüntülerden oluştuğunu söylemişti. Kamera kalemin yerine geçecekti, görüntüler yazılı sözcüklerin. Bu bakış açısı 60'lı ve 70'li yılların Avrupa sinemasındaki genel sinemasal eğilimin belirleyeni olsa da, belki de en iyi örneklerden biri Amerikan film endüstrisi içinden; ayrıksı, bağımsız ruhlu, mükemmeliyetçi ve nev-i şahsına münhasır bir yönetmenin yapımı üç yıl sürmüş filminden geldi: Hollywood'la ilişkisi açısından “ ya dışındasın çemberin ya da içinde yer alacaksın” düsturunun istisnası olabilecek Terrence Malick, 1978 yapımı Days of Heaven ile üstat Astruc'a kendi tarzında bir cevap veriyordu. Yaptığı ilk iki filmle birdenbire 70'li yılların Yeni Amerikan Sineması ekolünün öncüleri arasına giriveren Malick, 20 yıl ara verdiği sinemaya döndükten sonra dahi Days of Heaven'in izini sürmeye devam etti. 1998 yılında yeniden giriş yaptığı Hollywood'da James Jones'un romanını beyazperdeye aktardığı The Thin Red Line ya da son filmi The New World'de hep Days of Heaven'a benzer bir estetik tat bulmak mümkündü. Denilebilir ki, Days of Heaven, Malick'in alamet-i farikası, kendi stilinin mahlası oldu: Sinema ile şiirin buluşması, kalıcı ve geçici olan arasında bitip tükenmeyen o vals, karşıtların birliği ve insanı yerine mıhlıyan güzellikteki görüntülerin kendi dili.
Days of Heaven
1900'lü yılların Amerikası... Ağır sanayi endüstrisinin gelişmeye başladığı, makineleşmenin bir yıldız gibi parladığı, yeni gelişen sanayi kapitalizminin vahşi dişlerini henüz törpülemediği o yıllar. İşçi sınıfının ortaya çıktığı, tarihin zembereğinin yeni bir dönem için boşaldığı 1900'lerin Amerikası, Charles Dickens'ın Londrası ya da Emile Zola'nın Fransası'ndan çok da farklı değil: Sefaletin üvey kardeşi suç ve onların değişmez leitmotive'i zengin avcılığı atbaşı gidiyor. Bu ortamda farklı güdülerle yola çıkan üç karakter: Hayatını bulmaya çalışan Abby, yolunu bulmaya çalışan Bill ve onun kendini bulmaya çalışan küçük kardeşi Linda. Hepsinin amacı farklı olsa da, hiyerarşinin en altında bulunan bu üç sıradan insan, Bill'in sayesinde artık aynı trende, deyim yerindeyse aynı yolun yolcusu. Bill'in çalıştığı fabrikadaki ustabaşısını çıkan bir kavga sonunda öldürmesi üzerine çıkılan bu yolda ilk durak, onun için bilinmeyen bir son durak.
Days of Heaven
Buharın, kömür karasının ve ateşin içinden gelen bu üç yabancının kendilerini buldukları yer, buğday sarısı tarlalar, toprak kokusu ve her zaman bir karakter gibi kendisini hissettirecek olan rüzgarın hışırtısı. Uçsuz bucaksız bu kırsal manzaranın yağlıboya tablolara özgü görsel dokusu içinde, aşkı düşünen Abby, parayı düşünen Bill ve yeryüzünün doktoru olmayı hayal eden Linda, Teksas'taki bir toprak sahibinin emrinde çalışacak mevsimlik işçiler oluveriyor. Sonuçta onlar için değişen bir şey yok: Tunç yasası her yere hakim. Gündüzün gecelere karıştığı aç kalmamak adına süregiden tempo ya da yaşanan sefalet hep aynı. Linda'nın o kırılgan sesinden duyduğumuz sözler belki de kendi durumlarının en iyi özeti: “ Seni sen olduğun için seçmiyorlar, herhangi birini de bulabilirler.” Tüm mevsimlik işçiler gibi Abby, Bill ve Linda da aynı dev organizmanın bir parçası, makinede her an yeri değiştirilebilir birer dişli. Şimdiye kadar tek vasıfları “ niteliksiz adam” olmaktan öteye gidememiş bu üçlüye, kendilerini hiç olmadıkları kadar özel hissettirecek kişi ise, aşağıdakiler tarafından her zaman ulaşılamaz görülen (ve bunu vurgulamak istercesine çoğunlukla alt açıdan görüntülenen) toprak sahibi oluyor.
Days of Heaven
Toprak sahibinin bir ismi yok. Sinema perdesinde büyük patronların her zaman gerçek isimleri ile karşımıza çıkmadığını biliyoruz. Kulenin en tepesinde, Tanrısal bir hakimiyete sahip bu patronlar gibi, Shepard'ın inanılmaz bir duyarlılıkla canlandırdığı çiftçi de onlar kadar erk sahibi, ancak onlar gibi anonim bir kişilik değil. Abby ile olan ilişkisine kadarki her karede yekpare bir monolit gibi, karşısında diyaloga geçtiği kişilerden uzak olan bu çiftçinin halet-i ruhiyesini sözlerden çok görüntüler ele veriyor: Yalnızlık... Tıpkı tüm olaylara tanıklık etse de hiç istifini bozmayan, sessizce kendi köşesinde uzlete çekilmiş ve her şeyden ayrıksı gözüken o çiftlik evinin yarattığı hisse benzer bir yalnızlık bu. Buğday tarlaların üzerinde esen rüzgara, toprağın özüne işlemiş bir yalnızlık. Onun yalnızlığını bir nebze azaltan dürbününün kadrajına günlerden bir gün siyah saçlı bir işçi kızı takılıyor. Bill ile kardeş numarası yapan, ama bir kardeşten daha yakın gözükerek herkeste soru işaretleri uyandıran Abby, henüz bu ilginin farkında değil. Bill'in tesadüfen toprak sahibinin sırrına vakıf olmasıyla birlikte, yeni hayatlarına adım atacaklar. Artık içinde bulundukları cennetin kapıları onlara açık. Her zaman düşledikleri yaşam sonunda gizli anahtarı onlara bahşediyor.

Şifa İlaçta Değil, Ruhtadır...

Doğduğu günden bu yana hiçbir kadına yaklaşamamış çiftlik sahibi, hayatının son günlerine yaklaşırken, belki de mutlu bir şekilde son nefesini vermek için, Abby'nin sevgisini ve hayat arkadaşlığını istiyor. Linda'nın deyimiyle “ burnu çamura bulanmış bir domuz gibi yaşamaktan artık sıkılmış” Bill'in kolay yoldan köşeyi dönme mantığı, Abby'den kendini kurban edecek bir fedakarlık talep ediyor. Abby'nin, hiçbir zaman sahip olamayacağı bir hayatı ona verebilecek kuvvetteki çiftlik sahibine kendini sunması uzun sürmüyor.
Days of Heaven
Dürbünüyle gözlediği yaşamların içinde kendini, soğuk yatağını ısıtacak kişiyi ise kendi huzurunda buluveren çiftçi, hayatının en mutlu günlerini yaşıyor. Ancak mutluluk dediğimiz ve hep gelip bizi bulmasını beklediğimiz düşün tek taraflı olması mümkün değil. Abby de toprak sahibi kadar mutlu. Bu mutluluğun sırrı onun basit bir işçi kızından bir hanımefendiye dönüşmesinden değil, o güne kadar kendini bu denli özel hissedememesinden kaynaklanıyor. Yaşayamadığı hayatını, yerine getiremediği düşlerini gerçekleştirebilme olanağının sunulması, ister istemez bu fırsatı sunan kişiyi de özel yapar. Abby ne kadar özelse, çiftlik sahibi de o denli özel. Artık yalnızca Bill ve Abby'nin hikayesi söz konusu değil, Abby ve çiftlik sahibinin öyküsü de o denli anlatılmaya değer.
Days of Heaven
Bu durumu günbegün daha fazla hisseden Bill'in, yaptığı planda en önemli veriyi gözden kaçırdığını anlaması, “ yanlış hesabın artık Bağdat'tan dönemeyeceği” gerçeği ile onu yüz yüze getiriyor. Abby'nin çiftlik sahibine yakınlaşması, ona aşık olması Bill'in Othellovari kıskançlık damarlarını şaha kaldırırken; çiftçinin günden güne kötüleşeceği yerde sağlığına kavuşması, bu küçük üçkağıtçının sinirlerini daha da harap ediyor. Çiftçinin yakalandığı hastalığın pençesinde kıvranacağı yerde, dipdiri Abby'nin peşi sıra koşturması, ne Bill'in dediği gibi “ doktorun yeni bir tedavi uygulamasından”, ne de yeni ilaçlardan. Çiftçinin Abby'ye duyduğu aşk, onun en büyük ilacı. Onun yanaklarını al al eden bu aşk, içindeki hastalığın üzerine dikilmiş en etkili silah.
Days of Heaven
Bu pastel- pastoral cennet içinde iç sızlatan trajedi, bu noktadan sonra yuları boşalmış bir at gibi dörtnala koşuyor. Çiftçinin içinde sakladığı sır, Abby ile Bill'in gizledikleri sır hep aynı trajedinin halkalarını oluşturuyor. Sakladıkları sırlar ne yazık ki beklenen sonu hazırlayacak. Ama işin ironik tarafı da burada zaten: Çiftçinin vücudunu günbegün yiyip bitiren bir hastalıktan dolayı ölümünün yaklaştığı gerçeği kalbine saplanan bir bıçakla ölümüne neden olurken, Bill ve Abby'nin iki aşık olduklarını gizlemeleri aşklarının ve nihayetinde Bill'in sonunu getirecek. Herkes kendisinin ve birbirlerinin katili olacak. Hiçbir hikaye yarım kalmayacak, trajedinin döngüsü yerini bulacak.

Linda'nın Dünyası

Belki de olan biteni Linda'nın gözünden izlememiz bir tesadüf değil. Onun her şeyi bilen ve gören kırılgan çocuksu sesinin eşlik ettiği tüm olaylarda, tek masum Linda; gerçek cenneti yaşayan bir tek o. Nefes aldığı günden bu yana dünyanın yükünü küçük omuzlarında taşıyan bu küçük kız, belki de ilk kez bir çocuğun ait olması gereken yerde. Ağabeyi Bill'in ona sağlamayı başaramadığı bir aileye, koşup oynayabileceği kırlara sahip. Onun üzerine çöken dünya, artık onun oyun alanı. Toprağa kulağını verip onun sesini duymaya çalışan, Linda'nın tek arzusu, dünyayı keşfetmek.
Days of Heaven
Ancak Linda sıradan bir çocuk değil. Onun ağzından dökülen sözcükler, bir çocuğun bilgi dağarcığını aşacak nitelikte. Yaşam, ahlak, doğa ve insani değerler hakkındaki yorumları bize ister istemez, kamera arkasındaki yönetmen Malick'i hatırlatıyor. Gerçek alanı felsefe olan ve kamerasıyla felsefi birikimlerini -Astruc'un dediği gibi- pelikül üzerine yazan Malick'in yaşama dair yorumlarını sanki Linda'nın ağzından duyuyor gibiyiz. Yalnız Linda Malick'in sözlerini tekrarlayan bir kukla olmaktan da uzak. Erken yaşta elde edilen deneyim ve sorumluluklardan dolayı yaşıtlarından daha olgun olan Linda, Malick'ten ayrı ve bağımsız bir kişilik olarak sinema perdesindeki çocuk karakterler içinde özel bir yere sahip. Kendi yaş grubunun göremediklerini, duyumsayamadıklarını algılayabilen Linda'nın dünyası bir çocuğun saf aklıyla, bir yetişkinin bilgisinin iki ayrı görünümüne sahip. Ama biliyoruz ki, bu Malick'in kendi imzasını koyduğu nokta. Şimdiye kadar doğa ile insan, birey ile toplum, ahlak ile irade gibi birbirini tamamlayan ama birbirlerine ayrı düşmüş alanları aynı potada ele alan Malick, Days of Heaven'da da aynı formülü uyguluyor: Karşıtların birliği. Uzlaşmaz görünen durumların birlikteliği, gündelik hayatın temposuna kendisini kaptırmış insanların yaşamlarını sıradışıya doğru bir yolculuğa çıkarırken, her şey aynı oranda sıradanlığını korumaya devam ediyor. Days of Heaven ile kariyerinin doruk noktasına çıkan Malick bu noktada aşk üçgenine dayalı bir drama yapmaktan öteye giderek düşünsel boyutunu açığa çıkarıyor: Sıradan bir felsefe ya da felsefenin sıradanlığı değil, ancak sıradanlığın felsefesi.

Görüntü Estetiği Üzerine Bir Ders

Wyeth - Christinas World
20. yüzyılın Amerikan resminde özel bir yeri olan Andrew Wyeth, şimdiye kadar hem edebiyatın hem de görsel sanatların önemli esin kaynaklarından biri oldu. Ancak onu Malick kadar iyi anlayan ve yorumlayan bir sinemacı –şayet Terry Gilliam'ın Tideland'ini saymazsak- henüz gelmiş değil. Wyeth'in engelli bir genç kızı konu edindiği 1948 tarihli Christina's World adlı tablosunun, Days of Heaven'in görsel üslubunda önemli bir durak olduğunu söyleyebiliriz. Filmin görsel kompozisyon ve sanat yönetiminde Wyeth'in etkisi kendisini daha fazla hissettirirken, özellikle aydınlatma ile sağlanan tonlarda Amerikan resminin başka bir önemli ismi Edward Hooper'i anmadan geçemeyiz. Filmin resim sanatı ile olan ilişkisinin ilk bakışta güzel bir tesadüf olduğunu düşünsek de, bunun bir raslantının ötesinde olduğunu yönetmen Malick ve görüntü yönetmeni Nestor Almendros'un işbirliğinde görüyoruz.
Malick, Truffaut'nun The Wild Child filmini izledikten sonra Nestor Almendros ile çalışmaya karar vermemiş olsaydı, belki de bu film hiç olamayacaktı; hele ki Malick'in insanı tansiyon hastası yapacak denli bir mükemmeliyetçi kişiliğe sahip olduğu ve görüntü yönetmenlerini çıldırttığı düşünülecek olursa. Sırf mavi gökyüzü Malick'e kaba seyahat broşürlerindeki fotoğrafları anımsattığı için çekimlerin yalnızca güneş doğarken ve batarken yapılması, arklar dışında hiçbir aydınlatma cihazının kullanılmaması, çoğu zaman yalnızca doğal aydınlatma kaynaklarından yararlanılması, Malick'in Almendros'tan nasıl bir teknik mucize istediğinin birkaç “ küçük” kanıtı olabilir. Ancak çıkan sonuca bakıldığında görüntü yönetmeninin Malick'in düşüncelerini okuduğu, sinema tarihinin en gizemli adamlarından biri olan Malick'i belki de kimsenin anlayamadığı kadar iyi anladığı görülebilir. Sanki Malick'in yönetmenliği ile Almendros'un görüntüleri, (Wittgenstein'in Tractatus'un sonunda yazdığı gibi) aynı sözcükleri fısıldamaktadır kulağımıza: “Üzerinde konuşulamayan konusunda susmalı.”


Tür : Dram
Yönetmen : Terrence Malick
Senaryo :
Terrence Malick
Görüntü Yönetmeni : Néstor Almendros
Yapım : 1978, ABD , 95 dk.

Oyuncular

Richard Gere (Bill) , Brooke Adams (Abby) , Sam Shepard (Çiftçi) , Linda Manz (Linda) , Robert Wilke (Çiftlik kahyası) , Jackie Shultis (Linda'nın arkadaşı) , Stuart Margolin (Değirmenci)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder