Powered By Blogger

31 Ocak 2011 Pazartesi

Rebecca

Veni
Rebecca
Dün gece rüyamda, yeniden Manderley'e gittiğimi gördüm. Yola çıkan demir kapının önünde bekliyor ama bir türlü içeri giremiyordum, dev parmaklıklar yol vermiyorlardı. Sonra birden, tüm diğer rüya gören insanlar gibi, olağanüstü bir güç tüm benliğimi sardı ve bir hayalet gibi önümdeki bu engeli aşıverdim...
Yol her zaman olduğu gibi bir sağa bir sola dönüyor, zigzaglar çizip ilerliyordu. Ama ilerledikçe birşeylerin eskisi gibi olmadığını farkettim. Doğa kendini yeniden bulmuş, sımsıkı sarılmış parmaklar gibi, bildik sınırların ötesine doğru uzanmıştı.
Ve sonra, evet evet en sonunda, Manderley-Manderley- saklı ve sessiz. Zaman bu duvarların kusursuz uyumunu bozamamış. Ayışığı eğlence olsun diye garip oyunlar oynayabiliyor hala, ve sanki ışık pencerelerden geliyor. Ve sonra aniden bir bulut ayın önünü kapıyor, bir an için, bir yüzün önündeki karanlık bir elmiş hissi veriyor insana. Büyü ışıkla beraber gidiyor. Issız duvarlara bakıyorum, geçmişten hiçbir şey fısıldamıyorlar bana.
Manderley'e bir daha asla geri dönemeyiz. En azından bu kadarından eminim. Ama yine de bazı geceler rüyalarımda, geçmişimin o garip günlerine ve tüm hikayenin başladığı Güney Fransa'ya geri dönüyorum. (Dışsesten Rebecca'nın giriş konuşması)
Gerilim ve Kuşkunun Komik, Şişman Kralı
Sizce Alfred Hitchcock (1899-1980) uzun soluklu kariyeri boyunca kaç Oscar ödülüne layık görülmüştür? 5? 4? 3? Sorunun doğru cevabını sabırlı okuyucu elbette alacak.
Türk sinemaseverinin zihninde iki Hitchcock resmi vardır:


Rebecca




1) Hitchcock'un "North by Northwest", "Shadow of a Doubt", "Vertigo", "Rear Window" gibi başyapıtlarıyla biryerlerde karşılaşmış olanların kafasındaki, her filmin birkaç saniyesinde görünen komik şişman amca imgesi

2) TRT2'nin haftaiçi geç saatlerde yayınladığı, müziğini şu an bile içimde duyduğum, durum korkusu öğeleriyle bezenmiş, "Alfred Hitchcock Presents" serisinin ilk birkaç ve son birkaç dakikasında karşılaştığınız, kemiklerinizi üşüten, soğuk şişman adam imgesi
Peki hangisi gerçek? Aslında ikisi de, kısmen. Sadece birinciyi izleyenler Hitchcock'u, James Steward , Cary Grant ve sinemanın taçlı prensesi Grace Kelly gibi dönemin elit isimlerini büyük prodüksiyonlarda bir araya getirmeyi başarmış, müzikleri Kubrick 'den bile daha güzel (ve elbette daha önce) kullanarak izleyicinin heyecanını hep üst düzeyde tutmayı başaran / tutan, sanatını korkudan çok gerilim ve kuşku, hiç bitmeyen bekleyişlerle konuşturan usta bir yönetmen olarak hatırlayacaklar. Yani tüm dünyanın onu isimlendirdiği biçimde; "Master of Suspense" olarak.
İkinci grup ise, ilkgençlik çağlarımda benim de içine girdiğim TRT kuşağı izleyicileri olarak, eğer sonradan bir şekilde ilk gruba kaymadılarsa, Hitchcock'un keskin mizahını ve unutulmaz müziklerini hiç tatmamış olanlar. Diğer bir deyişle onu tanıyanlar, ama eksik tanıyanlar..
Neyse, Sir Alfred Hitchcock'a şahsen deyinmeyi bir kenara bırakalım, ve onun 54 yıllık sinema kariyerindeki yegane akademi ödüllü filmine ve yazımızın konusuna geri dönelim.
Vidi
Hitch, Birleşik Krallık'ı "39 Steps", "The Lady Vanishes", "Young and Innocent" gibi filmlerle fethetmeyi başardıktan sonra, 1939 yılında kariyerindeki en önemli kararlardan birini vererek film endüstrisinin kalbine, Hollywood'a geldi. Ve Hollywood'a gelir gelmez ilk ürettiği eser Rebecca oldu. Aynı zamanda o Rebecca, Hitch'e 1940 yılında kariyerinin tek Oscar heykelciğini getiren film olacaktı. Ama unutmadan, en iyi yönetmen dalında değil, en iyi film dalında.
Hitch kariyerinde hiç en iyi yönetmen Oscar'ına ulaşmayı başaramadı. Hatta iddia olunur ki, aslında Hitch sıradan bir yönetmendir, onun bu kadar tanınması ve başarılarla dolu bir kariyere sahip olmasının altında, iyi oyuncularla arkadaş olması ( James Steward, Cary Grant, Sean Connery, Paul Newman, Grace Kelly, Kim Novak, Tippi Hedren' ve uzar liste) ve iyi senaryodan anlamasıdır. İddianın en sağlam argümanı da, Hitch'in Hollywood sonrası 2. Britanya macerasındaki başarısız filmlerdir. Yazar olarak verebileceğim tek cevap tarihin karşı argümanlar olmadan değersiz olacağı ama bazı durumlarda gerçeklerin bulanıklığa yer vermeyecek kadar açık olduğudur. (Ben Lynch 'e ne kadar kötü yönetmen desem de kitaplar bunun aksini yazacak mesela, neyse..)
Manderley'e Hoşgeldiniz
Rebecca
Rebecca, Güney Fransa'da bir tatil yöresinde karşılar izleyicisini. Mrs. Van Hopper'ın kişisel hizmetçisini oynayan ve filmin iki temel kahramanından biri olan genç kız (evlenene kadar genç kız olarak kalacaktır, ismine ise ancak kutsal bağdan sonra kavuşacaktır) yine yüksek sosyeteden olan, zengin, yakışıklı ama kalbi kırık Mr. de Winter'le tanışır. Tanışmanın ardından tatilini bir talihsizlik sonucu hasta yatağında geçirmek zorunda kalan orta yaşlı Mrs. Van Hopper, de Winter'in acı dolu geçmişini bizimle paylaşır. De Winter'in güzel, sosyetede herkes tarafından sevilen, kusursuz, hayat dolu eşi Rebecca Hindreth, trajik bir bot kazasında boğularak ölmüştür, üstelik çok iyi bir yüzücü ve ünlü bir yelkenci olduğu halde... Film, sahnede asla göremeyeceğimiz ama ismi geçtikten sonra bizden hiç ayrılmayacak olan Rebecca hayaletini önce gizler ve kısa süren bir aşk masalına dönüşür. Güzel hizmetçi, Mrs. Van Hopper'ın da hasta olmasıyla eline geçirdiği tüm boş vakitleri de Winter'le geçirmeye başlar ve bu ilişki Mrs. Van Hopper'a bir hizmetçiye mal olur. Çünkü sisler içindeki saraydan bozma İngiliz malikanesi Manderley'in yeni hanımı genç bayan Mrs. de Winter olacaktır.
Film buraya kadar bir aşk masalı olarak gelmişken, Manderley'deki gerçek hayatın başlamasıyla, hayal ile gerçek, düş ile karabasan arasında çizginin ne kadar ince olduğunu en dikkatli izleyici bile önceden sezemez.
Manderley eşyalarıyla, hiç bozulmadan duran ve içine girilmeyen odalarıyla; en iyi yardımcı kadın ödülünü rahatlıkla hakeden evin baş hizmetçisi Mrs. Danver'in ürkütücü bakışlarıyla; evin heryerine işlenmiş R. Harfleriyle; ona, Rebecca'ya aittir, ve Cinderellamız Manderley'de bir fazlalıktır.
Rebecca
Filme dair altı çizilmesi gereken en önemli nokta belki de Rebecca'nın varolmayan varlığıdır. Tüm film, olmayanın üzerine kurulmuş, ve yine en güçlü, herkesin saygı duyduğu, filmi sürükleyen karakter yalnızca ismi ve anılarını görebildiğimiz Rebecca'dır. Bir nevi Godot vakasıyla karşı karşıya kalan seyirci, bu denli mükemmelliğin karşısında herkes gibi önce saygı duyar, sonra ezilir ve en sonunda insan doğasının mutlak sonuyla kucaklaşır: nefret eder.. Peki Mr. de Winter eşi hakkında aslında neler düşünüyordur? Ya da Rebecca'nın ölümünde başka birşeyler aranmalı mıdır? Bunu izleyene bırakacağım..
Rebecca'nın Yansımaları
Filmin ikinci önemli karakteri ise yine bir 'cansız' olan Manderley'dir. İlk bakışta azametli bir bina gibi gözüken malikane, artan sorularla beraber, seyirciyle yaşamaya başlar. Manderley'in kendisinden, sürprizlerle dolu odalarından, Rebecca'dan geriye kalan imlerden, ve size verdiği o "ben istemezsem bana asla sahip olamazsınız" hissinden korkmaya ve bu binadan da Rebecca'nın kendisinden olduğu nefret etmeye başlarsınız.
Filmografi bağlamında, çok büyük yenilikler taşımasa da, Hitch, olmayanlarla filmi sürüklemeyi, olanlarla ise yalnızca filmi yürütmeyi başararak, sinema tarihinin en ilginç eserlerinden birini ortaya koymuştur.
Finalle ilgili ipucu veren yazarlardan hiç hoşlanmam ama Hitch sevgili seyircisinin nefret ettiği herşeyi cezalandırmayı seven büyük çoğunluğun üyelerinden biridir, aklınızda olsun...
Rebecca
Klinik bir vaka olan Rebecca'nın özel hizmetçisi Mrs. Danvers ise, görünmeyen iki karakterin şeytani dışavurumunu temsil eder. Hastalık derecesinde Rebecca'ya ve onun anısına bağlı olan Danvers'ın Manderley'de tahammül edebileceği en son şey eve gelecek yeni bir hanımdır, çünkü Manderley'in asıl sahibi Rebecca'dır ve bu asla değişmemelidir. Mrs. Danvers, bu düşüncesini gerçeğe dönüşürebilmek için Cinderellamız'a her türlü psikolojik ve kimi zaman somut işkenceyi yapmaya hazırdır. Geçmiş her yerdedir, gün anıların loş ışığında karanlığına kavuşmuştur ve ortaya çıkamaz. Rebecca'nın hayaleti, hizmetçilerin fısıltıları arasında bir odadan bir odaya gezer, malikanesine efendilik ederken, Mrs. de Winters giderek ruh sağlığını kaybetmeye başlar. Sonra sırlar birer birer dökülür..
Vici
Rebecca
Neden Rebecca diye sorabilirsiniz. Neden daha çok insanın bildiği "Rear Window" ya da benzerleri değil.. Buna vereceğim en düz cevap, Rebecca'nın, benim, TRT2'deki Alacakaranlık Kuşağı benzeri "Alfred Hitchcock Presents" serisindeki bazı bölümleri saymazsak, korktuğum yegane Hitch klasiği olduğu olabilir. Ama Rebecca'da başka birşeyler var. Kelimelere dökemediğiniz ama kafanızda bazı imgelerle bir tuttuğunuz anılarınızda olduğu gibi. Açarsam, mesela bir vampir filmi Cuma gecesi, herkes balkabağına dönüştükten, gündüz gözünüze hoş gözüken bildik objelerin gölgeleri duvarlarda ürkütücü ilüzyonlarla titreşirken izlenmelidir. Ya da bir sahil kasabası sonbahar akşamüstünde denize karşı oturulmalı ve birşeyler içilerek uzun uzun düşünülmelidir. Örnekler kişinin kendi hafızasından, duygularından seçilebilir, çoğaltılabilir. Herkes kendine özgü ve özel olduğu için daha fazla uzatmayacağım. Demek istediğim bazı olgular yalnız gezmezler. Beraberinde başka değerlerle, duygularla vardırlar. Rebecca'da da böyle birşeyler var. Bana her izlediğimde yağmurlu bir günü ve doğduğum şehri çağrıştıyor mesela, ve nedense beni ürkütüyor. Kalbi kırık bir mutluluk, bir eksiklik, varolmayandan korku, peşinden koşulan sırlar ve filmin siyah-beyaz olmasıyla hiçbir alakası olmayan gri bir renk..
Bakalım size neleri çağrıştıracak?
İyi seyirler, sinema dolu günler.

Sinemalar.com Puanı: 6.0/10
IMDB Puanı: 8.4/10
Yapım: 1940 ~ ABD
Tür: DramGerilimGizemRomantik
Yönetmen: Alfred Hitchcock
Senaryo (Kitap): Daphne Du Maurier
Yapımcı: David O. Selznick
Görüntü Yönetmeni: George Barnes
Görüntü Yönetmeni: Franz Waxman
Süre: 2 saat 10 dk
Gösterim Tarihi: 12 Nisan 1940 (Türkiye)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder